İnsanlık ve millet olarak insanı merkeze alan, herkesi kuşatan ve insanlığın iyiliği adına üzerinde (ilkesel olarak) konsensüs sağladığı değerlerin kıymeti bazen bilinmez. Daha doğrusu kazanılan bir değer için bedel ödenmediyse o değerin kıymeti genellikle bilinmediği gibi, farklı hesaplar peşinde koşan, duygu temelli, maniple edilmiş bilgi kırıntılarıyla bu değerleri değersizleştirme gibi travmatik bir davranışın içine girilebilmekte ne yazık ki! Toplumsal olarak kazanılan bu değerlerin başında cumhuriyet/demokrasi değeri gelmektedir. Bu değerin neye tekabül ettiğini, yaşamsal bir özellik taşıdığını millet olarak anlamak için kaybetmeyi beklemek gibi bir hata yapma eşiğini sanırım aştık.

       Emperyalizme karşı, tepki ruhu ve mücadele bilincinin ortaya çıktığı günden beri, yüz üç yıl tamamlanmış. Ve ikinci yüzyılın başındayız.  Yüzyıl (asır) toplumsal dönüşümler için kritik bir eşiktir. Tarih okumalarında, asırlar hesaba katılır. İnsana ve topluma dair değişim/dönüşümlerin değerlendirilebilmesi için, asırlık süreçlerin beklenilmesi gerekir.  1. Dünya Savaşı sonrası, Türk Milletinin, emperyalizme dur demek için organize olduğu ve “egemenliğin halkın olduğu” düşüncesinin deklare edildiği günden beri, bir asır geçmiş.  Milletler için değer taşıyan ve o toplumu dönüştüren kararların, değerini/niteliğini anlayabilme becerisi; dünü, bugünü ve muhtemel yarınları evrensel kriterler eşliğinde, özgür bir akılla, yansızca değerlendirebilmeye bağlıdır. Zira bağımlı zihinlerle yapılan değerlendirmeler, toplumu sahicilikten uzaklaştırarak çıkmaza sürükler. Demokrasinin, birey/toplum açısından nasıl bir kazanım olduğunun anlaşılması, ancak olayları çok yönlü değerlendirebilecek donanım ve birikime sahip, özgür düşünen, mukayeseli değerlendirme yapabilen, zamanı doğru okuyabilen zihinlerce mümkündür.

       Osmanlı İmparatorluğu, özellikle 17. Yüzyıl sonrasında, aydınlanma çağının, pratik yaşama dair ürettiği, somut değerlerin ne olduğunu (niteliğini), girmiş olduğu savaşlar sayesinde fark etmeye başlar. İmparatorluk, 16. Yüzyıl sonlarına kadar, o dönemin yönetim anlayışı ve üretim biçimine, yani toprağa bağlı tarım toplumu özelliklerini kendi içinde problemsiz bir şekilde yürütürken, Avrupa tarafı, bu çizgiden ayrılıp, özgür birey, sanayi devrimi, üretim ekonomisi, cumhuriyet yönetimi gibi kavramları gündeme getirdi. Batı, ussal bilincin ürettiği değerler neticesinde, yeni bir medeniyet pratiği geliştirdi.  Bu pratiklerin yönetsel karşılığı ise, krallıklardan cumhuriyet rejimine, tebaa kültüründen birey kimliğine geçiş olarak değerlendirilebilir. Bu noktada Osmanlı toplumunun yaşam biçimi, kaba tarım ve hayvancılığa bağlı şekilde yürütülmekteydi. Oysa bu dönemde batılı toplumun üretim biçimi ve buna bağlı insan tanımı ve yönetim biçimleri farklı eksene evrilmişti. Sosyal olarak toplumu oluşturan insanlar, daha çok biat kültürü içinde günlük yaşamlarını devam ettirmekteydiler. Sosyal ilişki ağındaki kuralların referans noktası, benimsenen/kabul edilen ve gücü elinde bulunduran baskın erkin öznel kabullerinden oluşmaktaydı.

       Batı karşısında, güçsüz durumu fark ediş, ilk olarak savaşlardaki yenilgiler nedeniyle olmuştur. Yönetim olarak, 3. Selim zamanında fark edilerek, palyatif tedbirler alınmaya çalışılmış; bu serüvene, 2. Mahmut ivme kazandırmış, Abdülmecit ve Abdülhamit dönemlerinde, batı tarzı, birçok okul açılmasının yanında, yönetim biçimi olarak, Islahat ve Tanzimat hareketleriyle birlikte, meşrutiyet denemeleri gündeme gelmiştir. İyice tahkik edildiğinde, yönetim biçiminin, Cumhuriyet rejimine doğru bir evrilme gösterdiği rahatlıkla görülecektir. Fakat, her değişim serüveni, ciddi dirençlerle karşılaşmıştır. Bu dirençlerin, merkezi noktası ya da tepkilerde ileri sürülen iddia; “-söz konusu yenilikler bizim inançsal kabullerimize uymaz” ifadesinde saklı olan düşüncedir. Bu düşünceler, yaklaşık iki yüzyıldır, gündemimizin ana konusu ve her türlü çatışmanın da kaynağı olarak karşımızda durmaktadır. Oysa, toplumu oluşturan tebanın tamamına yakını inanç sisteminin bilgi kaynaklarına doğrudan ulaşma imkanı pek yoktu. Ona anlatılan ve daha çok müesses yapının yorumu, dinin özünü oluşturmaktaydı. Yani, birey hiç yoktu. Kendi inanç sistemini, kendi kaynaklarından ve kendi yorumuyla kabul hiçbir zaman olmadı, olma imkânı da yoktu. Toplum, her muhitte, kendi çapında, dini bilen olarak kabul ettiği kişilerce ve özelliklede rivayet eksenli bilgilerle dini öğreniyordu. Hâlbuki, din bireye inmiş, inanç da tekil bir eylem olarak, kişinin tercihine bırakılmıştı. İyi düşünüldüğünde, İslam inancı, öncelikle “birey” oluşturma süreciyle başlar. İnsan, önce özgürlüğü fark eder ve kendi özgür iradesiyle, yaratana kul olmanın yöntemlerini öğrenir.

       Neden hep inançları gündeme getirmek zorunda kalıyoruz? Çünkü toplumu manipüle etmenin yolu bu alandan geçmektedir. Topluma, dinde olmayan esaslar, sanki dinin bir gereği/kuralıymış gibi dayatılması neticesinde, toplumun hayrına yapılan çabalara karşı, yine o toplum tarafından tepkiler gösterilerek, yenilikler sabote edilmektedir. Böyle bir toplumun, felah bulması ne yazık ki mümkün değildir. Çünkü iyilik/kötülük ayırımını yapabilecek, kendinde ait sağlam kriterleri yoktur. O, hep başkalarına (bir bildiği var) ait kararlarla idare edilecektir. Buna, en iyi örnek, saltanat ve hilafet tipi yönetim sistemidir. Meseleyi akademik nazarda bilen akademisyenlerin hilafet gibi bir kurum hakkında, bu işin inançsal bir gereklilik olmayıp, o çağların gerektirdiği siyasal bir yapı olduğu gerçeğini aslında ortalama zeka sahibi yurttaşlarda bilebilir.

       Gelelim 23 Nisan 1920’ ye… Cumhuriyetin ne anlama geldiği ile ilgili çok şey söylenip yazılıyor. İnsan, terakki eden bir varlıktır. İnsan, varoluş döneminden itibaren sürekli üreten bir varlıktır. Bu üretim, kendi bilinciyle de alakalıdır. Bilim düzeyi, insanın kendi ve kâinatı fark etmesiyle doğrudan orantılıdır. İnsan, kendi için en doğruyu, en yararlıyı, yine kendi müstesna özelliği olan akıl sayesinde fark edecektir. İnsan, bu doğrular ekseninde, kendine ait kararları verebilecek donanımdadır. İnsanın yönetsel serüveni de kazanmış olduğu birikim ve bilinç sayesinde, her aşamada gelişim gösterecektir. Demokrasi bilinci de bu değerlerden birisidir. 1. Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist güçlerin kıskacına alınan bu vatan, yine bu ülkenin yetiştirdiği aydın insanların liderliğinde, ortak bir bilinçle kurtulmayı başardı. Bu adımların en kritik aşaması, müşterek bilinçle işgalden kurtulduktan sonra, insan onuruna en uygun yönetim biçimine karar vermesidir. Bu süreç, demokratik yaşam kültürüne geçişte önemli bir merhaledir. Bunun yanında, demokratik yaşam kültürünün sahiden oluşabilmesi için de toplumu oluşturan bireylerin, belli bir kültür seviyesine ulaşması gerekir. Bunun yolu da, vatandaşların eğitiminden geçmektedir. Fikri, irfanı ve vicdanı hür nesillerle, bu mümkün olabilecektir.

       Gelinen noktada ezberlerimizi tekrardan gözden geçirmek hem kendimiz hem de insanlığın yararına olacaktır. Nasıl bir ülke ve dünya inşa etmemiz gerektiği hususunda, hata yapmamak için, öncelikle (bize kendi irademizle giydirilmeyen) zihni kalıplarımızdan kurtulmakla işe başlamamız gerekecektir. Bunu yapmak, elbette zordur; ama başka da çaresi yoktur. Ulusal egemenliğin 103. Yılının kadrini kıymetini bilmek dileğiyle… Ramazan(şeker) Bayramınızı tebrik ederim.

Zafer Özer