İnsan, hayatı boyunca her merhalede yeni şeyler öğrenerek, tecrübe ederek yaşamını devam ettirir. Biriktirilen tecrübeler insanı olgunlaştırır, bir sonraki aşama için daha sağlıklı karar vermesini sağlar. Çünkü yaşamın her anı aslında karar verme sürecidir. Bundan dolayı tecrübeye dair sözlerimiz(atasözü, özdeyiş) sayılamayacak kadar çoktur. Bu sözlere dair bazı örnekler verelim. “İyi kararlar tecrübe sayesinde, tecrübe ise kötü kararlar sayesindedir”, “Tecrübe çok acımasız bir öğretmen; önce sınavı yapıyor, dersi sonra öğretiyor”, “Yanlış yapmayan insan yoktur; insanlık yanlışını kabul ve düzeltmekle olur”, “Hiçbir insanın bilgisi, edindiği tecrübenin ötesine geçemez”, “Bir insanın tecrübesini başından ne geçtiği değil, başından geçenlerden nasıl yararlandığını gösterir” Ünlü kişilere ait bu sözler olabildiğince fazla. Anonim bir söz ise şu şekilde ifade edilmiş; “İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların ‘tecrübe’ dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana ‘tecrübeli’ denir. Bu sözde şunu görmek mümkün; aslında her tecrübe bize daha rasyonel düşünme ve davranmayı öğretir. İnsanı, varoluşu itibariyle duyguları olan, bu duygular başlangıçta başat olup, zamanla yaşarken edindiği tecrübeler sayesinde daha rasyonel düşünmeye başlayan ve her aşamada “keşke” diyen bir varlık olarak da tanımlayabiliriz.

            Bu konuyu gündeme getirmenin nedeni, birbirine iki yakın terim olan tecrübe ile farkındalık kavramlarının arasındaki bağlantıdan ziyade, duygu temelli yapımızdan kaynaklanan hayatımızın her aşamasında “keşke” kelimesini çok kullanan bir toplum olarak, bu sözü neden çok kullandığımızı, doğru/sağlıklı düşünmek için neler yapmamız gerektiği, yaşarken bizi etkileyen ve hep yönlendiren olay ve olgular üzerinde daha sağlıklı değerlendirmeler yapıp, daha isabetli kararlar için neler yapmamız gerektiği üzerinde düşünmek olacaktır. Aslında üzerinde düşünmeye çalıştığımız, dertlendiğimiz konu, yaşama dair bir şeyleri anlayıp kavrarken, acı tecrübelerin sayısını azaltmak, yani “farkındalık” seviyesini yukarı çekmektir. Hayatımızı geri sarmak, temize çekmek gibi bir lüksümüz/imkânımız ne yazık ki yok. Bunun için her ne kadar hayatımızda birçok rastlantı ve sürprizin önüne geçemesek de, sağlam bir akıl/düşünme ile birçok şeyin kontrolünü elimize alabilir, keşke sayımızı azaltabiliriz.

            Farkındalık, bir canlının çevresinde gelişen olayları bilme, algılama ve duyumsama becerisidir. "Bir şeyin bilincinde olma" anlamına gelmektedir. Etrafımızda olup bitene ve günlük olaylara, biriktirdiğimiz tecrübelere, aktif düşünce ile net bir şekilde bakabilme yetisi olarak da bakabiliriz. Bir açıdan öngörebilme yetisinin güçlü olması anlamı da taşır. Farkındalık yetisi arttığı oradan yaşamımızla ilgili keşkelerimiz azalır. Genel anlamda farkındalığın kişide etkin olabilmesi ya da bir şeylerin farkına varılabilmesi iki türlü meydana gelir.

       Birincisi salt tecrübeler sayesinde. Burada akıl ve düşünce ikinci plandadır. Daha çok duygusal toplumlara has bir özelliktir. Yaşadığı dünyada olup biteni genellikle duygularla değerlendirip karar verilir, geleceğe dair öngörüler kişilere/topluma öğretilen değer/mefkureler üzerinden değerlendirilir. Veriler üzerinden ya da mantıksal akıl yürütmeler üzerinden değerlendirmeye pek yer verilmez. Olaylar kendi akışı içinde gelişip, başına bir musibet geldiğinde meseleyi fark eder. Yani sonuca ulaşınca farkındalık oluşur. Lakin iş işten geçmiştir. Düşünce yoksunluğu halen devam ederse (ki genelde devam eder) başına gelen musibetleri tanrıya bağlayarak, bu musibet ve belalar bizim kaderimizmiş der. Buradaki farkındalık nitelik değiştirmez ise, o toplumun başına gelen bela/musibetler hiç eksik olmaz. Musibetle yaşamak o toplumun kaderi haline gelir. Bu neden böyle olurun cevabı aslında çok basit olmakla birlikte, en belirgin nedeni olarak, söz konusu toplumlarda kendi kendine düşünüp karar verme becerisi ve bu beceri için gerekli bilişsel, zihinsel, düşünsel alt yapının olmadığı şeklinde özetlenmek sanırım doğru açıklama olur. Bu tür yapıların en temel özelliği, toplum üyelerinin kolektif akıldan öte, daha üst akılların yönettiği feodal yapıdan; şahıs olarak da feodal zihinden kurtulamamalarıdır. Kutsanan değer ve bunun temsilcisi kişi kültü, kişilerin nasıl düşüneceği ve nasıl davranış geliştireceğinin yegâne karar vericisidir. Bu tarz toplum üyeleri olup bitenin farkına, genellikle yolun sonuna yakın varırlar.

       Bu tür farkındalığa örnek verme hususunda sanırım çok zorlanılmayacaktır. Özellikle yaşı elliye yakın ve üzerinde olan çağ nüfusunun, çocukluk döneminden beri görüp, gözlemlediği, muhatap ve fail olduğu olayları, kabul ettiği düşünce/tutum ve inançları, verdiği kavgaları, yaşamış/yaşatılmış olan acıları, mensubu olduğu politik/inançsal yönelimler ve bu yönelimlerin onu etkileyiş biçimleri; hepsinin özeti olarak tüm gençlik döneminde neyi ne için yaptığının ve bu yapılanların kimin işine yaradığını fark etme sürecinin sonunda kelam olarak ağızlardan muhtemelen “keşke” sözcüğü çıkacaktır. Her aşamada kandırılma halinden kurtulmak için, kandırılma için kullanılan aparatların(değer/düşünce/ideoloji/inanç vs.) kamusal alana sokulmaması gerektiği fark edilmez ise, ömürler keşke diyerek sonlanacaktır.

            Bir diğer farkındalık ise, yaşam içerisindeki olay ve olgular üzerinde değerlendirme yapılırken, duygusal tepkileri, bir takım yönlendirme ve manipülasyonların etkisini kaldırıp, tamamen bilimsel veriler ve mantıksal akıl yürütmelerin esas alınmasıdır. Burada bireyler/toplum, verileri analiz edebilecek bilişsel yeterliliğe ulaşmış, bu verileri doğru akıl yürütmelerle değerlendirebilecek zihinsel ve düşünsel becerileri gelişmiş halde değerlendirme yapıp karar verirler. Temel ve doğa bilimleri üzerinde yeterli donanım ve bilgi birikimine sahiptirler. Yaşamda pek sürprizlere yer yoktur. En azından keşke deme ihtimalleri azdır. Peter Drucker’ in  "Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu onu yaratmaktır." Sözü iyi düşünüldüğünde bu bahis daha iyi anlaşılacaktır.

            Analitik/bilimsel düşünme becerisinin geliştirilmesi halinde kişilerin farkındalık düzeyleri gelişir. Bunun sağlanması için eğitim sistemi içinde faal olarak düşünme eğitimin verilmesi gerek. Bu eğitim sadece müstakil bir ders, bir tema üzerinden değil, tüm öğrenme süreçlerinde temel bir yöntem olarak kullanılması/uygulanması gerekir. Diğer yandan, erken çocukluk döneminden itibaren bireylerin zihni etkinliklerine ket vuran dayatmacı/baskıcı/tahakküm edici/korkutucu uygulamalardan da uzak durulması gerekir. Eğer toplumun farkındalık eşiğinin hakikaten arttırması isteniyorsa, yapılması gerekenler zaten bilinen şeylerdir. Mesele böyle bir derdin hem toplumca ve hem de karar vericilerce taşınıp taşınmamasıdır. Bu aslında farkındalığın en önemli aşamasıdır.

            Son olarak Konfücyus’ ün sözüne bakalım; “Bir insanın akıllı davranabilmesi için üç yol vardır: birincisi, iyi düşünmektir, bu en soylusudur. İkincisi, taklit etmektir, bu en kolaydır. Üçüncüsü, denemiş olmaktır, bu en acısıdır” der. Bu söz, tam da anlatılmak istenen konunun özetirdir diyebilirim. Selam ile…

Zafer Özer-Maarif Müfettişi