Liyakat yani lâyık olma, gereğini yerine getirebilme bireysel hak ve özgürlükler ile toplumsal düzen ve huzur açısından çok önemlidir. Uygarlık açısından da haliyle… Liyakat kavramını/olgusunu TDK sözlüğü ile ya da felsefî çıkarımlarla açıklamak mümkün olsa da biz -İslâmcıların nabzını da düşünerek- Kuran ayetlerini kaynak (referans) göstermek suretiyle meseleyi kökünden halletmek istiyoruz. Kısacası hüküm -adı görklü- Kuran’ın…

“Emanetler ehliyet/liyakat sahibine verilir.” der Kuran, Nisa (Kadın) suresinin 58. ayetinde.. Yani işinde uzman (ehil) olana, makama lâyık olana verilmelidir deri koltuklar. Hele ki kamu kurum ve kuruluşları söz konusu ise, bu mesele aynı zamanda devleti/milleti yakından ilgilendiren bir varlık sorunudur da.. Osmanlı torunlarının deyimiyle beka sorunu… Her ne kadar beşik memurluğunda ısrar eden torunlar, atalarının beşik ulemalığından esinleniyor olsalar da…

“Devletin dini adalettir.” der Kuran, Nisa suresinin 58. ayetinde.. Son yalavaç yani elçi (peygamber, rasul) olan Hz. Muhammed’in ve yine Hz. Ömer’in, Hz. Ali’nin de buna benzer sözleri vardır. Atatürk de sırf bu yüzden adliye binalarına “Adalet mülkün temelidir.” yazdırmıştır. Gerçi “Komünist başkan” geyiğini fazla uzatmış olsa da (Kamu hizmeti gören bir kişi için aslolan/olması gereken önce insan, sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bireyi olmaktır.) Ovacık ve sonrasında Tunceli’de başarılı işlere imza atan Mehmet Fatih Maçoğlu da “aklın yolu birdir” dercesine bu gerçeğe vurgu yapmıştır. Öyle tabelaya “adalet” yazmakla adil olunmaz çünkü. Adalet demek, eşitlik ve denge demektir. Tıpkı bakkal terazilerinde olduğu gibi!..

Gelin, şimdi Nisa suresinin 58. ayetini Arapça olarak papağanvari bir şekilde değil de Türkçe olarak yani anlayarak, üzerinde düşünerek, yorumlayarak baştan sona okuyalım: Tanrı (el-ilah/âllah) size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Tanrı size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Tanrı her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” Görüldüğü üzere Yüce Tanrı’nın buyruğu, öğüdü apaçık ortada ve anlaşılmayacak bir yanı yok. Siz yeter ki dinci ya da dini dar değil, dindar olun.

Peki, Kuran başka ne der? “Tüm makamlar, mevkiler emanettir.” der. Deri koltuklara yapışıp kalmış fosiller bunu anlamalı, Kuran’a dolayısı ile Yüce Tanrı’ya kulak vermelidir. Mezarlıklar vazgeçilmezlerle doluyken üstelik… Sorun, kul hakkının yenmesiyle de sınırlı değil üstelik. Olayın toplumsal boyutu daha büyük sorunlara yol açmaktadır. “İnsanları kendi devletinden soğutan her haksızlık millî bir suçtur.” diyen Hüseyin Nihal Atsız’a hak vermemek, onun bu görüşüne katılmamak mümkün mü?

Yine Kuran, “Ortak akıl ile hareket edilir.” der Şura suresinin 38. ayetinde.. Arapça olan şura sözcüğü de zaten kurul ve/veya danışma demektir. Sure aslında Sümer uygarlığını kuran Kengerlerin, Roma uygarlığını kuran Etrüsklerin yadigârı olan demokrasiden; Türklerde binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan kurultay geleneğinden söz eder düşünen varlıklara. Hatta Kuran, düşünmez misiniz (akıl etmez misiniz) diye de sormaktadır yeri geldikçe.

“Hırka ile gelinir, hırka ile gidilir.” demek ister Kuran, Müddesir suresinin 6. ayetinde.. Yani ceket ile gelip ceket ile gitmeyi öğütler. Bir işi veya iyiliği daha fazla kazanmak için değil, Allah rızası için yapmayı onu da insanların başına kakmadan yapmayı salık verir. Müddesir, “örtüsüne bürünen” demektir bu arada. Kuran’ın geneline baktığımızda sözü edilen örtünün Hıristiyanların, Yahudilerin, Zerdüştlerin örtündüğü kara çarşaf olmadığını; güzel ahlâk olduğunu belirtmemize gerek yoktur sanırım. “İlle edep, ille edep” diyen Yunus Emre’ye rahmet…

Son olarak, “İnsana sadece çalışmasının karşılığı vardır.” diyen Necm (Yıldız) suresinin 39. ayetini görmezden gelenleri, liyakat yerine mülakatta ısrar edenleri “Tanrı bildiği gibi yapsın.” diyelim ve elinizle ayağınızla ettiğiniz/yediğiniz haltlar hesap günü geldiğinde boynunuza dolanacaktır diyerek bozguncuları (münafık) kesin bir dille uyaran dahası Türkçe karşılığı “gece yürüyüşü” demek olan İsra suresindeki 13. ayet ile taşı gediğine koyalım: “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.”

Evet, canlar! Sözün özü, Kuran İslâm’ında asl’olan/olması gereken mülakat değil liyakattır. Mülakat yani sözlü sınav emek hırsızlığı, kayırma (iltimas, torpil), rüşvet, yolsuzluk gibi olumsuzlukları, soysuzlukları da beraberinde getirir. Liyakat yani işe lâyık olma, işin hakkını verme ise bilgi, birikim ve deneyim bir başka deyişle uzman olmayı gerektirir. Her türlü toplumsal gelişme ve ilerlemenin dolayısı ile uygarlığın “olmazsa olmaz”ı uzmanlıktır. Sahi “at binenin, kılıç kuşananın”, “yiğidi öldür ama hakkını yeme” gibi sözler kime aittir? Türklere… Peki, “dinim, cinsim uludur” diyen, “soyu, sopu gür milletim” diyen kısacası “Ne mutlu Türk’üm!..” diyen bir kişi atalarının sözünü çiğner mi? Çiğniyorsa, ona Türk denir mi?

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/