Atabey yazıları..

J. J. Rousseau “Her şeyin temelinde siyaset vardır.” der. Bir başkası çıkar, her işin başının iktisat (economi) olduğunu söyler. Mümkün mertebe en iyi yönetim biçiminin arayışı günümüz toplumlarını cumhuriyet ve demokrasi anlayışına kadar getirmiştir. Bu durumda (hâlihazırda) yani insanlığın geldiği nokta itibariyle en iyi yönetim biçimi cumhuriyet yönetimidir. Ne kadar iyi ve kusursuz ise artık..

Cumhuriyete anlam katan demokrasidir. Demokrasinin olmadığı bir cumhuriyet iğdiş edilmiş demektir. Daha açık bir ifadeyle özgür iradesini kullan(a)mayan halkın iğdiş edilmişliği söz konusudur. Asil (millet) ile vekili bir amaç etrafında birleştiren güç nedir? Ya da asil ile vekilin bir amaç etrafında buluşamama sorunu.. Siyasete ilginin azalması temsil sorununu da beraberinde getirmez mi? Pıtrak gibi günden güne çoğalan fırkalar (party), oluşan meşruluk labirentleri, sonuç olarak ortaya çıkan güdümlü siyaset.. Millete dayatılan feodalite ve bürokrasi artığı bir işleyişi kim kusursuz yönetim anlayışı/biçimi olarak kabul edebilir ki? Böyle bir anlayışa/biçime kusursuzu (mükemmel) bırakın, iyi bile denemez. Hem öyle ya, delegeler, çağdaş köleler midir? Yahut al gülüm ver gülüm hesabı; “ben seni seçeyim, sen beni seç” mi demektir? Çocukların “elim sende” oyununu andırırcasına..

Fransa’da, “Katıksız demokrasi ayak takımının despotizmidir.” diyen Voltaire ve peşine takılanlar ile Türkiye’de, 1950 seçimleri için “Ayaklar baş oldu.” diyen hödükler arasında ne fark vardır? Saçmalamanın derecesinden başka?.. Voltaire bir tık fazla saçmalamıştır, o kadar. Vatandaşlık kana, toprağa değil gönül bağına ve inanca bakar. Türk milletine gönül bağıyla bağlı iseniz, Türk milletinin bir bireyi olarak geleceğe yürümek istiyorsanız sizden iyi vatandaş yok demektir. Gerisi yani haklar, sorumluklar vb. ise birer ayrıntıdır (detay) sadece. Düşünceyi, Batılıların bir silah gibi Doğuluların ise eğitme ve uyarma amaçlı kullandıkları da unutulmamalıdır. Sağ-Sol, siyasî fırka (party) yandaşlığından önce ulusal birlik-bütünlüktür asl’olan.

Askerî ve sivil darbeler işgüzarlıktan da öte doğrudan doğruya halka, demokrasiye karşı bir başkaldırıdır. Cumhuriyet döneminin ilk darbesi olan 27 Mayıs 1960’daki askerî darbe kime karşı yapıldı? Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar’a ve halkın % 65 desteğini alan Adnan Menderes hükümetine karşı.. Tam da “Gerekirse NATO’dan çıkarız.” diyen Menderes’in Rusya’ya gidip askerî, ticarî vd. işbirliği anlaşmaları imzalayacağı bir dönemde.. İlginç değil mi? ABD tarafından tehdit edilince “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye, orada yerini alır.” dedikten sonra altındaki koltukları birer birer kaybeden İnönü’yü anımsayın. Her yere demokrasi götürmeye can atan Batı’nın, sıra Türkiye’ye gelince demokrasiyi rafa kaldırması ne büyük bir çelişki (ironi) değil mi?

Bugün Avrupa’ya baktığımızda ülkelerin yarısı krallıktır. Yani siyasî özgürlükten (hürriyet) yoksundur Avrupalı. Siyasî özgürlük yoksa özgürlük de yok demektir. Haliyle demokrasi de.. Düklerin, baronların, kralların olduğu bir Avrupa’da eşitlikten, adaletten söz edilebilir mi? Halkın elinden alınan özgürlük bir takım kişilere ayrıcalık (imtiyaz) olarak verilmiştir. Nerede kaldı insan hakları? Üstelik tek adamlı yönetimlerde ülke her zaman tehlikelere açıktır. Tek adam ne kadar akıllı, bilgili olursa olsun bir yere kadardır. Bu nedenle devlet adamından bilim adamına, din adamından iş adamına kadar toplumun her kesimi devlet yönetiminin içinde olmalı, devlet kurumlarıyla halk arasında siyasî birliktelik ve/veya eşgüdüm sağlanmalıdır. Osmanlı’nın yıkılmasında bu kesimlerin devletten uzaklaş(tırıl)masının, böylelikle devletin devşirmelerin, azınlık kümelenmelerinin elinde kalmasının etkisi inkâr edilemez. Osmanlıca (?) söylemle; ulema ve vükelâ.. Ne anladınız? Anlasaydınız zaten Osmanlı yıkılmazdı! “Türk demek Türkçe demektir.” diyen büyük önder Atatürk’e rahmet..

Bir ülkede içi boş kanunlar çıkarmak topluma yarar sağlamaz. Söz gelimi din ve vicdan özgürlüğü kanun güvencesindedir. Peki, ama bu kanun din eğitimi verilmemiş hatta dinsiz bir hayat dayatılmış dolayısı ile dinî anlamda yozlaşmış kişilerin ne işine yarar? Cemil Meriç’in de dediği gibi “İnmelilere, yürüyebilirsiniz diye kanun çıkarmak yeter mi?” Yetmez elbette. İşin kötüsü bu tür bilgisiz yığınları koyun gibi güden, inek gibi sağan -sözde- hoca, şıh (şeyh) görünümlü soykalar ortalıkta fink atar. Hatta elleri-kolları Meclis’e, Saray’a kadar da uzanır. Cephe (block) oylarla demokrasinin iğdiş edilmesi de cabası..

Düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü gibi olgular, kavramlar Batı için ithal kavramlardır. Çünkü Haçlı Savaşları ve sonrasında Doğu’dan, özellikle de Müslümanlardan almışlardır bu erdemleri. Tıpkı bilim gibi, fen gibi.. Türkler binlerce yıllık kurultay geleneğine sahiptir. Kurultay demek, düşünce özgürlüğü demektir. “Töre konuşunca kağan susar” sözündeki bilgelik hangi ulusta, hangi toplum düzeninde (social system) vardır ki? Batılılar, Aydınlanma’dan (Rönesans) sonra bile bu düzeye erişememişlerdir. Dünyaya devrim cakası satan Fransa bile daha düne kadar diktatörler tarafından yönetilmiştir.

Demokrasinin olmazsa olmazı tüm yurttaşları kapsayacak bir anayasadır. Devleti ebet, milleti esas alan bir anayasa.. Devlet yönetimi (idare) ile millet erkinin (irade) birebir örtüştüğü bir anayasa.. Sivilleşmeye sonuna kadar evet ama devletin yetkisini, milletin hukukunu gasp eden, tırtıklayan sivil toplum kuruluşlarına hayır diyen bir anayasa.. Hükümetleri şamar oğlanına döndüren TÜSİAD gibi sermaye kümelerine (group, hizip) dur diyecek, nükleer enerjiye geçilmesini engellemeye çalışan Green Peace gibi emperyalist uzantılara git diyecek bir anayasa.. Kısacası “tam bağımsız” Türkiye’nin gereği olan bir anayasa.. Bu da ancak millet erkinin (irade) mecliste zuhur etmesiyle yani meclise yansımasıyla mümkün olur.

Türkiye’deki seçim düzeni (system) demokratik olmaktan çok uzaktır. Seçilmişin onaylanması durumu yani bir zorunluluk (mecburiyet) hali söz konusudur. Medya, siyaset, ticaret ve bunların devlet kademelerindeki yansıması olan bürokrasinin seçme-seçilme hakkına görüş bildirmekten öteye geç(e)meyen bir yönetim anlayışını demokrasi olarak tanımlamak gülünç (trajikomik) kaçmaktadır. Demokrasinin özü bireysel özgürlük olmalıdır. Yani insan olmaktır. Bugün ne fırkalarda (party) ne de diğer kamu ve sivil toplum kurum-kuruluşlarında bu nitelik vardır. Oysa seçme ve seçilme hakkı at başı gitmelidir. Seçme hakkına saygı duyduğunuz bu milletten seçilme hakkını sakınırsanız bunun adı demokrasi olmaz. Kendi özgürlüğünü kendisi kazanmış olan büyük Türk milleti seçilme hakkını sonuna kadar kullanabilmelidir.

Oy kaygısından kaynaklanan uygulamalar cumhuriyetin altını oyduğu gibi demokrasiyi de zayıflatır. Avşarların Kızılaliler oymağından olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun işaret ettiği “dışarıda kurgulanan, içeride uygulanan iktidar senaryoları” vardır bir de. Birilerinin Kâbe’si Beyaz Saray, Mekke’si Washington olursa bu yönetim anlayışının/biçiminin adı ne cumhuriyet olur ne de demokrasi. Ülkenin bağımsızlığına düşen gölge de cabası.. Tanrı bu ülkeyi Kâbe’si Beyaz Saray olanlardan korusun deyip, sözü Süleyman Demirel’e verelim: “Siyasetle uğraşmayan aydınların sonu cahiller tarafından yönetilmektir.” Bugün ülkede olup biten de tam olarak budur.

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/