Azıcık derinden düşününce içinden çıkılmaz bir manzarayla karşılaşıyoruz. Bir ulusun geleceğini düşünmek ile düşünmüş gibi yapmak ya da çaresizlik karşısında kayıtsız kalmak seçenekleri var karşımızda. Düşünmek hakikaten zora sokar insanı. Çaresizlik hali, toplumu sıradan yaşama mahkûm eder. Ya da kayıtsızlığa… Bu halden kurtulmanın tek yolu, eğitim meselesini her şeyin üzerinde görerek, insanın ve çağın gerekli gördüğü ilke ve amaçlara uygun sağlam, istikrarlı, tutarlı, bilimsel bir eğitim sistemi ve bu sistemi destekleyecek sivil ve kamusal yapılar inşa etmekten geçer. Yani, eğitimi sadece örgün eğitime yüklemeden, tüm yapıyı kuşatan daha üst devlet politikasıyla (amaçlarda çatlak olmamak şartıyla) tüm kurumların eşgüdüm içerisinde çalışmasıyla bu mümkün olacaktır. Gelinen noktada öncelikle vaziyet analizi yapılması gerekir. Yani durum tespitini, samimi ve sahici yapmadığımız taktirde havanda su dövmekten başka bir kazanımımız olamayacaktır. Olan bize, yani geleceğimize oluyor. Gündeme getirmek istediğim hususlar, aslında günlük yaşamda herkesin dile getirdiği, lakin çözüm bulmada bir türlü başarılı olamadığı ya da kayıtsız kalınan gerçeklerdir. Hakikaten çözüm bulmak istediğimiz taktirde, aşılamayan problem kalmayacaktır.

       Meselemizin çapını fazlaca büyütmeden sadece eğitim sistemi ve okullar çerçevesinde bir takım tespitler yapalım.

       Öncelikle şu tespiti yapmakla işe başlayalım. Daha doğrusu sorular soralım:

-Bugün çocuklarımız okullara hakikaten bir şeyler öğrenme arzu v heyecanıyla mı gidiyorlar?

-Okullarımızda eğitim adına ne yapılıyor?

-Öğretmenlerimiz “eğitimin doğruları” ya da “eğitim adına doğrular” skalasının neresindeler?

       Bugün çocuklarımız okullara bir şeyler öğrenmek amacıyla gitmiyorlar. Daha doğrusu okula ne için gidildiğinin bile farkında değiller. Yapılan tek açıklama, daha anasınıfından itibaren bilinçlere kazınan, “- evladım yaşam bir rekabet alanıdır. En yakınındaki arkadaşın dahi senin rakibindir. Önce kendini düşüneceksin. Kendini düşünmez, yani arkadaşını da düşünüp ona yardım etmeye kalkarsan bu rekabetten mağlup olarak ayrılırsın. kendi iyiliğini düşünüyorsan bencil olmalısın. Önünde seni ve dolayısıyla hepimizi bekleyen bir bariyer var. Bu bariyerden en iyi hazırlananlar geçebilecek. Bariyerin diğer yanına geçenlerin oranı sabit durumda.  Yani seninle bu bariyer savaşına girişenlerin %10 u karşı tarafa geçebilecek. Bunu sağlama noktasında yapılması gereken her şeye hazırız. Gece gündüz bu bariyeri aşmak için uğraşacaksın. Özel ilgi ve yeteneklerin hayatın gerçekleriyle örtüşmez. Toplumca saygınlık gören ve ekonomik gelir kapsamında en evantajlı olan meslek alanına, yani mümkünse % 5 in içine girmeye çalışmalısın."  telkinleriyle hayata adım atmaktalar ve hayatı bu çerçevede(yaşama dair her şeyden vaz geçerek) inşa etmeye çalışmaktadırlar.

       Her yönüyle çocuğun(çocukluğun), insanın(insanlığın) dışlandığı bu hengame içinde çocuklarımız okullara mutlu, heyecanlı ve istekli gidebilirler mi?

       Okullarda eğitim adına ne yapılıp yapılmadığını toplumun tüm üyeleri görebilmekteler. Haddizatında öğretim programlarımız(müfredat) yani tasarım ve içerik noktasında temelli bir problemimiz yok. Müfredattaki içerikler “eğitimin doğruları” üzerinde uzmanlarca hazırlanmıştır. Gel gelelim bu programlarla, eğitim adına sergilenen çaba arasındaki korelasyon nerdeyse yok gibi. Bu neden böyle diye sorulduğunda, verilebilecek mantıklı bir cevabı da ne yazık ki bulamıyoruz. Peki biz ne yapıyoruz. Bu gidiş nereye…Böyle mi olmalıydı, yada niçin böyle oldu?

       Eğitim çocuğa neyi kazandırması gerekirdi? Bu sorunun çokta karışık ve uzlaşılamayan bir cevabı yok aslında; cevap oldukça basit. Bu cevap yıllar öncesinde en tepe/temel tasarım (vizyon) olarak verilmiş durumda. Mesele bu vizyona uygun ve tüm paydaşların eşgüdüm içinde hereket ettiği ve güvenin tesisi edildiği bir yapı kurabilmekte saklı. Öncelikle bu vizyon üzerinde tüm eğitimciler(üst yönetimden öğretmenlere kadar)  ve tüm toplum kesimlerinin(kamusal, sivil örgütlenmeler ve tüm paydaşlar) uzlaşması ve ortak hareket etmesi gerekir. Bu hususta Milli Eğitim Temel Kanununa bir göz atmakta fayda var. Şimdi aşağıdaki metne bir derinlemesine bir göz atalım.

       Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini,

       1. Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;

       2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek

       3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır. (1. maddedeki Atatürk Milliyetçiliği kavramını üzerinde ayrıca durmak gerek. Oluşturulmaya çalışılan demokratik/modern hukuk sisteminin inşası için, öncelikle vatandaşlık bilincinin oluşturulması; bunun içinde kötü örnekleri görülen etnik temelli (faşist) modeller yerine, kültür ve vatandaş temelli ulus bilincini inşa etmenin modeli olarak görülmeli ve bu süreci statik değil, dinamik bir süreç olarak okumak gerekir diye düşünüyorum. Bu konu ayrıca analiz edilebilir.)

       Bu üç genel amacı ben kendimce üç kavrama sıkıştırdım.

       -İyi İnsan

       -İyi Vatandaş

       -Üretken Birey

       Genel amaçların inşası için eğitim sistemimiz programda ulaşılması hedeflenen temel beceri alanlarını belirlemişti. Bu beceriler: -Türkçeyi doğru, etkili ve güzel kullanma,-Eleştirel düşünme, -Yaratıcı düşünme, -İletişim, -Problem çözme, -Araştırma, -Bilgi teknolojilerini kullanma, -Girişimcilik, -Karar verme, -Kişisel ve sosyal değerlere önem verme şeklinde sıralanmıştır.

       Şimdi oturup düşünelim; her çocuğun bu becerileri kazanması için okullarda ne yapılmaktadır. İşin en can alıcı sorusu ise, bu beceriler öğretici konumdaki eğitimcilerde ne derece hayat bulmuş; ya da bu becerileri kazandırmak için onlara yeterince imkân ve fırsat tanınmakta mı?

       Gelinen noktada tüm eğitim sistemi(hedef ve müfredatında olmasa da) çocuk daha anasınıfına ayak basar basmaz, ilkin sekiz yıl sonraki, ikinci alarak oniki yıl sonraki, sadece öğrencinin bilişsel kategorideki becerilerini (en fazla anlama ve kavrama aşamasındaki öğrendiklerini hatırlamayı ölçen ve bu ölçüm sonucu öğrencileri sıralayan) ölçmek ve sıralamak amacıyla yapılan sınavlara hazırlamak için kurgulanan hoyrat yapının içine itilmekteler. Bu sürecin sonucunda herkesin hedeflediği sıralama yüzdesi, %10 olmakla birlikte, esas olarak %3 lük dilim olarak karşımızda durmaktadır. Bu ne anlama gelir; tüm eğitim sistemi (kavrama becerisinin yüksek olmasının yanında, iyi çalışma imkanlarına sahip) % 10 luk kesime hizmet etmektedir. Peki genel öğrenciler, yani % 90 lık öğrenci kitlesi bu senaryonun neresinde durmaktadır. Bu haliyle eğitim sistemi, iyi insan, iyi vatandaş ve üretken bireyi inşa etmek için mi uğraş vermekte, yoksa herkesi bir sıralamaya tabi tutup sözde, “en niteliklere” fırsat sağlamakta ve dolayısıyla iyi yaşam kapısı aralamak için mi uğraş vermektedir. Her çocuğun biricik olduğu, her çocuğun eşit değerde olduğu, her çocuğun kendi gerçeği, yeteneği ve ilgi alanına uygun eğitim ortamları oluşturup, doğru yönlendirmelerin yapıldığı bir sistemin neresindeyiz? 

       Çözüm teorik düzeyde çok basit aslında. Mesele teorik düzeydeki tespit ve çözüm önerilerini pratiğe dökebilecek irade ve sabrı gösterebilmektedir. İrade derken, sadece işin politikasını belirleyen yönetim mekanizmaları düşünülmemeli. İlkin onlardan başlayarak, tüm kesimlerin her türlü politik/ideolojik/kimliksel yönelimleri hesap dışına iterek, bilimsel zeminde “eğitimin doğruları” konusunda uzlaşıp, bu uzlaşının gereğini yine hiçbir gizli/şahsi/politik hesap gütmeden, tutarlı, sabırlı, top yekûn bir eğitim hamlesini hayata geçirmeleri gerekir. Öncelikle böyle bir dert/tasa taşaımak gerekir. 

       Ne yapılması gerektiği hususunda kendimce birkaç radikal öneri sunabilirim. Genel bir öneri olarak, eğitim işi sadece devlet politikası haline gelmelidir. Dediğim gibi hakikaten bu ülkenin geleceğinin kaygısını düşünüyorsak, eğitim meselesini salt (herkesi kuşatan) memlekete meselesi olarak görmemiz gerekir.

       Daha dar anlamda ne yapmamız gerekir diyorsak, yapılan araştırma (PİSA sonuçları) sonuçlarına göre öğrenciler en temel becerilerde yetersiz, dört işlem yapamaz ve okuduklarını anlayamaz durumda. Öğrencilerin başarısızlığı ilkokulda başlıyor ve ilerleyen sınıflarda da giderek artıyor. Raporda ayrıca Türkçe testinde öğrencilerin yüzde 1,6'sı, matematikte yüzde 16,4'ü, fen bilimlerinde 9,4'ü, sosyal bilgilerdeyse 4,4'ünün temel altı düzeyde olduğu görülüyor. Bu ne anlama geliyor? Yıllarca süren eğitim faaliyetleri sonucunda çocuklarımız anadilinde okuduğunu anlayamıyor. Bu pek huzur verici bir sonuç değil elbette. Okuduğunu anlayamayan bir çocuk, diğer sıralanan tüm becerilerde hiçbir varlık gösteremez.

       O halde çok net bir öneri sunuyorum. İlkokulda yani temel eğitimin ilk dört sınıfında çocuklarımıza kalıp/standart program uygulamak yerine, eğitim etkinliği olarak dört yıl boyunca okuma, anlama, anlatım becerilerine yönelik zengin etkinlik imkânları sunalım. Her çocuk dört yıl boyunca okusun, anlatsın, müzakere etsin, okuduklarını, günlük yaşadıklarını, gördüklerini, gezip incelediklerini gelip sınıf ortamında paylaşsın. Temel beceri alanları ile ilgili zengin içerikler  oluşturulsun, her çocuğa bir yöntem olarak düşünme, düşündüğünü her hangi bir kaygı taşımadan açıklama fırsatı verilsin, oyunlar öğrensin, kendi oyunlar kursun, her gün farklı bir sosyal ve doğa olayını inceleyip sınıfa sunsun, itiraz etmeyi ve itirazını gerekçelendirmeyi öğrensin, bununla ilgili farklı yaşam alanları kurgulasın, birlikte farklı sosyal ortamlara ve kurumlara, hasta ziyaretlerine gidilsin, her çocuk bir yardımlaşma ve paylaşmanın içinde bulsun kendini, sonra bu yapıp edilenleri değerlendirme fırsatı verilsin, seviyesine uygun kriz alanları yaratılsın, çevre duyarlılığı ve diğer türlerle ilgili doğrudan temas sağlansın, yanlış bir tutum ve olay karşısında neler yapılacağıyla ilgili önce yaşamın içinden, sonra da drama etkinlikleriyle değer eğitimleri yapılsın, çok iyi rol modeller olunsun, temel evrensel değerleri yaşayarak öğrensin vs….Yani ilkokul dönemi tamamen çocuğun kendiyle, çevreyle, doğayla ve topluma entegre olduğu, kendini tanıdığı, kendine değer verdiği, paylaşımcı alanların yaratıldığı, öğrenme ediminin doğal ortamda sağlanıldığı mekanlar olarak tasarlanması gerekir. Yukarıda sıralanan ve çocukta görmeyi umut ettiğimiz temel beceriler ancak böyle bir başlangıçla mümkün olacaktır.

       Netice olarak, bu gidişin sonu hakkında olumlu düşünmeyi çok isterdim. Görüldüğü kadarıyla bu gidişten hiç kimse hoşnut değil. Lakin çocuklarımızı bekleyen bir gelecek var. Elimizi başımıza koyup bir karar vermek zorundayız; kendimizi ve etrafımızı kandırmadan. Sadece doğrular için…sağlıcakla…

Zafer Özer-Eğitim Müfettişi