Yönetim, ortak yaşamanın zorunlu olarak gündeme getirdiği bir kavramdır. Herkesin mutlu olabileceği,  temel güvenlik alanlarının garanti altına alınabileceği yani asayişin sağlanabildiği bir sosyal alan oluşturabilmek için, belirli kural ve kaidelere ve bunları  yürütecek organizasyon yapısına ihtiyaç vardır. Yönetim işi, bu noktadan sonra devreye girer. Başlangıçtan beri insanlık tarihinin yönetim uygulamaları her aşamada gelişim göstererek zamanın ve şartların özelliğine uygun olarak dönüşmeye devam etmektedir. Her organizasyon, adı ne olursa olsun belirli bir sistem ve belirli bir yönetim ağı içerisinde faaliyetlerin yürütür.

       Yönetim, gündeme gelmesiyle birlikte yönetim işinin kimin tarafından, nasıl yapılacağı asıl tartışmaların hep kaynağı olmuştur. Belki de tarihin en temel krizi budur desek yanlış olmaz. Karar merciinin, yani otoritenin, yani kural koyucunun kimin/kimlerim olacağı tartışması halen güncelliğini devam ettirmektedir. Modern anlamdaki demokrasi teorileri yönetimin kaynağının halkın iradesi olduğunu ifade etse de, pratikte bu teoriler tam anlamıyla uygulama sahasına geçememekte hatta yönetim işinin seçkinlerin işi olduğu söylemi tazeliğini korumaktadır. Halk için/hakla rağmen yönetim….

       Aydınlanma dönemi olarak ifade edilen batı toplumlarının uygarlık serüveni, kamu yönetimi alanlarında da rehberlik edebilecek kavramları üretti. Bu olgu pek yadsınamaz. Doğu düşünce yapısı içerisinde, devletin bir kutsal mekanizma olarak algılanmasına bağlı olarak, devlete baba muamelesi yapılması, onun tartışılmazlığını gündeme getirmiştir. Yani var olan topluluklar aslında devlet babanın varlığında vücut bulan kitlelerdir. “Aslında var olan, olması gereken temel değer devlettir. Halk, devletin yaşamını idame ettirmesi için vardır”, kabulleri halen tartışılmaya devam etmektedir. Şeyh Edebali, insanı hayatın temeline koyup onu esas kabul eden meşhur söylemi, hep güzel söz olarak zihnimize kazınmıştır. “İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın…” prensibinin ekseninde, otorite değil “insan” vardır. İnsanı merkeze alan bu düşüncede yönetim faaliyeti insanı kurallar dairesine hapsetmek değil; ona yönelik tüm bireysel ve kamusal işleri/problemleri en kısa sürede tamamlamak/çözmek, kişinin hakkını ve hukukunu koruyarak hizmet etmektir.  

       Modern anlamda insan merkezli kamu yönetimin tarihine (evrimsel gelişimine) baktığımızda; devlet memurundan, kamu görevlisi, kamu hizmetlisi tanımına doğru bir seyir izlediği de görülür. Kamu gücünün aktif elemanı ve temsilcisi olan “memur” aynı zamanda devletin imtiyazını da üzerinde barındırır. Bundan dolayı memurun (göreviyle ilgili suçlarda) yargılanma usulleri ile ilgili olarak ayrı yasal düzenlemeler yapılmıştır. Burada vatandaşlar bir açıdan işlerin merkezinde değildir. Daha çok edilgendir. Liberal kamu yönetimi süreçleri bu değerleme hiyerarşisini değiştirmiş; “insanın daha değerli” olduğu düşüncesinden hareketle vatandaşı/insanı merkeze alan yapısal dönüşümleri gündeme getirmiştir. Örneğin, vatandaş dilekçe yazarken, -arz mı etmeli, yoksa rica mı etmeli, resmi/kamu işlerinde vatandaş beyanının esas olması gibi uygulamalar insanın/vatandaşın daha değerli olduğunu iknaya dair güzel uygulamalardı. Sürekli dillendirmemize rağmen kendi geleneğimizin ürettiği, “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir” söylemi üzerinden, her ne hikmetse yeni durumlara/zamana uyarlamaya dönük bir kamusal doktrin üretemeyip, daha çok Avrupa Birliği uyum süreçlerinin zorlamasıyla yapmaya çalışıyoruz. Bu temelli bir çelişkidir aslında. Bunun nedeni cidden araştırılmalıdır.  

       Genelde devleti/kamu yönetimi anlayışları bürokratik devlet modeli üzerine inşa edilmiş olup, biz de bu modelleri yine batı toplumlarının uygulamalarından almaya çalıştık. Alman sosyolog Max Weber’ devlet organizasyonlarının işleyiş modellerinin kuramsal temelini oluşturarak önemli bir hizmette bulunmuştur. Weber’in bürokrasi görüşü endüstriyel kuruluşlar, politik örgütler, kilise ve benzeri dinsel örgütler için de geçerli olmakla birlikte daha çok kamuya ilişkin işlevler için tasarlanmıştır. Herhangi bir örgütte bürokrasinin belirtileri; açık ve kesin olarak belirlenmiş bir hiyerarşi, her bir servisin sorumlulukları ve kişisellik dışı anlayışıyla evrensel olarak uygulama alanı bulan kurallar şeklinde özetlenebilir. Weber bürokrasi kuramında aslında bir hantallık ve süreçlerin tıkanıklığı gibi olumsuz işleyişi öngörmez. Uygulamadaki problemler daha çok hiyerarşik düzenin niteliği, fonksiyonel/verimlilik temelli kamu hizmeti ve insana yönelik hizmet alanlarındaki aksaklıklardan kaynaklanmaktadır. Devlet, bu aksaklıklarla ilgili olarak, daha yumuşak, esnek, fonksiyonel, karar süreçlerinin devredilmesi gibi düzenlemeler yaparak bu hantallığın önüne geçebilir.

Bir Fıkra:

       Orta kademeden bir bürokrat, görevli olarak Şehir ‘den Kasaba ‘ya doğru gidiyormuş. Yolda bir köyde sulak ama bataklık bir yerde mola vermiş. Nasıl olmuşsa ayağı kayıp bataklığa düşmüş.

       -“İmdat” diye bağırmış. “Boğuluyorum! Kurtarın beni!”

       O civardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış.

       Bürokrat:

       -“Bataklığa düştüm! Kurtar beni”

       Köylü:

       -“Geçmiş olsun” demiş. Ama kurtarmak için bir gayret göstermiyor. Hani nerdeyse dönüp gidecek. Bürokrat paniklemiş ister istemez.

       -“Lütfen” diye yalvarmış.

       -“Bir dal uzat. Kurtar beni” Köylü,

       -“Olmaz” demiş.

       -“Sen şu anda hazine toprakları üzerindesin. Hazine malından bir şey almak suçtur!”

       -“Sen, dalga mı geçiyorsun” diye bağırmış.

       Ağzına dolan çamurlarla bürokrat:

       -“Ölüyorum, kurtar beni” Köylü hiç istifini bozmadan cevap vermiş.

       -“Ben hazineden mal alıp suçlu duruma düşemem. Fakat seni böyle bırakacak değilim. Gidip muhtara haber vereceğim. O, Kaymakam’a, Kaymakam da Vali yi arar mutlaka. Mal Müdürüne talimat verir. Şayet, hazine arazisi değilse, itfaiyeye talimat verir ve seni kurtarır...”

       -“Yahu” demiş bürokrat, “bunlar oluncaya kadar nen ölürüm”

       Köylü demiş:

       -“Ben ölmezsin demiyorum ki!” demiş.

       -“Ölsen de, mutlaka mevzuata uygun ölürsün!”…

Zafer ÖZER-Maarif Müfettişi