Bir insan niçin öldürülür? Hele hele masumlar ve çocuklar… Hangi dava bir insanın öldürülmesine salık verebilir… İdeolojiler nedir… İnsanı tüm bağlantılarından muaf tutarak kendi öz be öz değeri üzerinden kıymetli görmeyen anlayışlar, inançlar ideolojiler hangi kutsal davanın savaşını vererek insanın yok edilmesine kayıtsız kalabiliyorlar ve hatta sözde kutsal dava adına yaptıkları eylemlerde insanı yok edebiliyorlar. Meselelere salt insani bilinçle baktığımızda, insan olma vasfı taşıyan herkes bu sorulara net/pürüzsüz  ve endişesiz aynı cevabı verecektir. Ne adına olursa olsun, hiçbir insana zulmedilmemeli, hiçbir insan öldürülmemeli. Hele hele masumlar ve çocuklar…Lakin insanlık tarihi onca serüvene rağmen kendi kendini yok etme, kendi türü ve kendini çevreleyen tüm varlığa zarar vermeyi bir türlü bırakamadı.

       İnsanı tüm varlıklar içinde istisna kılan bilinci, binyılların serüvenine rağmen onu iyi bir noktaya taşıyamadı. Bakıldığında insanlık tarihinin, hep savaşların tarihi olduğu görülecektir. Bu savaşı global ölçekli değerlendirmeye pekte gerek yok aslında. İnsanda var olan yaşamda kalma ve tahakküm etme güdüleri onu bir şekilde, “yok edici/kan dökücü” varlıklar haline dönüştürmüştür. Bunun yanında insanın öz niteliği olarak, doğuştan getirdiği “vicdan” diye bir duygu/yargı alanı var. Yapıp edilenleri bilinç ile fark edip,  vicdanla yargılama potansiyelini taşıyan insan ne yazık ki, ilkel/tahakküm edici dürtüleri ondaki vicdani özelliklerini devre dışı bırakabilmektedir. Birde buna, yine kendi aklı ve bilinciyle inşa ettiği anlayışlar, düşünceler, inanç ve ideolojilerin,  ötekileştirici yüzü eklenince, insan tam olarak kendi türü ve var olan her şeye zarar veren bir varlık haline gelebilmektedir. Ortaya çıkan sonucu yeniden betimlemeye gerek yok. Her daim acı, sefalet, eşitsizlik, haksızlık, zulüm, kan, acı, intikam vs.  ve her aşamada manzaraların tekrarlanması…

       İstisnası olamayan bu manzara karşısında insan zorunlu olarak, “insanın kendi özünden kaynaklanan bir yazgısı” gibi bir yargıyı kabullenmeye başlıyor. İnsanın savaşı aslında kendisiyle, yani insan kendi kendini mağlup eden istisna türlerin biriciğidir.

       Şimdi tekrardan dönelim sıcaklığı hiç bitmeyen ana meselemize… İnsan niçin doğuştan getirdiği “vicdani” duyarlılığı kaybeder? Ya da insan sıradan yaşam döngüsünde daha çok üçüncü göz olarak tanık olduğu, insani olmayan şeylere vicdanıyla karar verip üzülüp, tepki verip müdahale ederken, duygusallaşıp ağlayabilirken, bir aidiyete/bir kimliğe ya da bir çıkar ilişkisine girince bu niteliklerini devre dışı bırakıyor? Bu döngüden çıkış yok mu? Çıkış teorik nazarda var; lakin insanın doğal yazgısı(güvende kalma ve tahakküm dürtüsü) buna pek müsaade edecek gibi gözükmüyor. İnsan öyle bir halde kendini stabil tutmalı ki, en yalın ve insani haldeki vicdanı her daim devrede kalabilsin. Bunun yolu kendini her türlü kimliksel (inançlar ve ideoloji) bağlardan uzak tutarak, ya da bağlı olduğu kimliklerin ondan beklediği davranışlar ile kendi iç dünyası(vicdanı) arasında çatışma çıktığı zaman kendi vicdanıyla karar vermesini en temel davranış olarak kabul etmesinden geçer.

       Örneğin, sokak ortasında evcil bir hayvana zulmeden birisini gördüğümüzde istisnasız tüm insanlar buna tepki verir ve bunun bir zulüm olduğunu söyler. Bir masum kişi ya da bir çocuğun öldürülüşüne bakmaya bile müsaade etmez insanın vicdanı. İşte insan hep bu halde durabilmeli. Her olaya tekil ve kendi vicdanıyla karar verebilmeli. Çıkış yolu muhatap olduğu olay ve olgulara yönelik, grupsal, inançsal ya da ideolojik bakışla değil, bağlantısız olarak kendi vicdanıyla karar verebilmekten geçmektedir. Elbette bir diğer unsur “empati” yetisinin de devrede olması. Sabahleyin eşinle birlikte iki yaşındaki bebeğini de alıp kısa bir gezinti yapmak istediniz. Hazırlanıp caddeye çıktınız. Bir bankın yanından geçerken büyük bir patlamanın içinde buldunuz kendinizi ve gözünüzü bir gün sonra hastanede açtınız. İlkin eşinizi ve çocuğunuzu sordunuz etrafınızdakilere…. Ve tüm yaşamınız boyunca duymak istemediğiniz, sizi yaşamdan koparan o acı haberi aldınız. Durup burada herkesin empati yapması gerekir. Hangi dava, hangi din, hangi ideoloji sıradan bilinçle bile tepki verebildiğimiz şeylere mani olmakta. Hatta taşınılan bu kimlikler mi bizi vicdanımızdan alıkoymakta?

       Taşınılan inançlar ya da ideolojiler mega idealler etrafında, (pek ne idüğü belli olmayan) insanlığa kurtuluş reçetesi sunarken en basit insani davranışı devre dışı bırakmayı kendilerine prensip hatta inancın bir gereği olarak görebilmektedir. O halde taşınılan inancın tanrısal olup olmadığı, ya da benimsenen ideolojinin insanlığın hayrına olup olmadığını anlamanın bir tek yolu var: Kurtuluş olarak belirledikleri hedefler tüm insanlığı kuşatıyor mu, bu hedeflere varmak için kullanılan yol/yöntem ne kadar insani, yani bir tek insanın bile kılına zarar geliyor mu? Bu sorulara vicdanınızla cevap verebildiğiniz taktirde, dava olarak yürüttüğünüz inancın tanrısal olup olmadığını, benimsediğiniz ideolojinin insanı merkeze alıp almadığını rahatlıkla anlayabileceğiz.

       Tabi bu sorgulamaların sağlıklı bir beden ve zihinle yapılması gerekir. Bugün cadde ortasına bomba koyan bir gencin bu tür sorgulamaları yapma fırsatı muhtemelen olmamıştır. Eşkıya dünyaya hükümdar olduğu sürece hep tahakkümler, zulümler savaşlar olacak ve hep mağduriyetler yaşanacaktır. Mağdur olan birey ve toplumlardan sağlıklı karar vermelerini beklemek elbette pek mümkün olmayacaktır. Bu evrensel düzeyde bir gerçek olmasının yanında, dar bölge, hatta en küçük ikili ilişkilerimiz de bile “eşkıyalığı” yani birbirimize zulmetme davranışlarından uzaklaşmadığımız taktirde dünyada barışı sağlamak pek mümkün olmayacaktır. En azından kendi “çapımıza” müdahale etme imkânımız bulunmaktadır. Yani yaşamın içinde cereyan eden her şeyi vicdanımızla karar verebilme aşamasına geçebilmeyi başarmamız gerekecektir. Sadece insan kalabilmeyi öncelesek ve tepkilerimizi bağımsız bir şekilde vicdanımıza danışarak yapsak bir çok sorun daha başlamadan sonlanacaktır.  Daha huzurlu, dayanışmacı, paylaşımcı ve barış içinde bir ülke ve dünyaya kavuşmak dileğiyle…

Zafer Özer-Eğitim Müfettişi