Bir milletin kültür ve medeniyet birikiminin hangi aşamalardan geçerek bütünsel bir değere ulaştığını anlayabilmek o milletin tarihsel süreçteki yolculuğuyla ilgilidir.

Türk milleti, tarihin her evresinde dünya tarihinde çok etkin roller üstlendi. Bugüne kadar dünyada kurulan birkaç büyük imparatorluğun en önemlilerini temsil eden bir millet. Dünyanın farklı bölgelerinde eserlerinin olması bunun en güzel kanıtı. Doğu ve Batı dünyası üzerinde bıraktığı etki hala da devam ediyor.

Bugün geniş topraklara sahip olmasa da stratejik konumu ve tarihsel mirası küresel bir etkiye sahip olduğunu anlatmaya kâfidir.

Türk devletleri içinde zamanın en büyük ve en tecrübeli devleti olan Türkiye, bugün kuruluş evresini bitirmiş, gelişme evresini tamamlama yolunda.

Gecikmeli bir şekilde yüz yılda gelinen bu evrenin sağlam temellere oturduğunu söylemek fazlaca iyimser bir düşünce olur kanaatindeyim.

Özellikle ekonomi ve hukuk alanında evrensel boyutta yapısal reformlara ihtiyaç var.

Sanayi ve teknoloji temelli üretim hacmini genişletip ürünlerini pazarlayabilen bir Türkiye güçlü bir Türkiye’dir.

Halkın güvenliğini, huzurunu, mutluluğunu ve refahına temele alan bir anayasaya sahip bir Türkiye güçlü bir Türkiye’dir.

Bir milletin güçlü ve kalıcı devlet kurabilmesi kültürel mirasına sahip çıkmasıyla ilgilidir.

Türk milletinin de en büyük ortak mirası Türkçe’dir.

Bu bağlamda yazı dili ile konuşma dili arasında birliğin sağlanması geleceğin dünyasında Türkiye’nin ve Türkler’in alacağı rol açısından çok önemlidir.

Bunun için öncelikle etkin bir diyalog mekanizmasına ihtiyaç var.

Hatırlayanlar bilir; 1990’lı yılların başında dağılan ve o döneme kadar dünyanın iki süper gücünden biri olan SSCB’nin (bugün Rusya) içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal bunalımı bir fırsat olarak gören dönemin Başbakanı Turgut ÖZAL’ın Orta Asya ve Kafkasya üzerinde çok önemli projeleri vardı. Ortak dil projesi de bunlardan biriydi. Ancak o dönemde Türkiye’de her dönem aktif olan partizanlık ve ideolojik kamplaşmalar bu projelerin hayata geçirilmesine izin vermemişti. Nihayetinde Turgut ÖZAL’ın ölümü(!) ile birlikte Orta Asya ve Kafkasya politikaları da çöpe atılmıştı!

Özal sonrasında gelen politikacıların Orta Asya ve Kafkasya’daki potansiyelimizin farkına varamayışları ve o bölgedeki enerji kaynaklarının önemini kavrayamayışları sonucunda da Batılı enerji şirketleri 21. yüzyılda bölgeyi sömürgeciliğin yeni ve en karlı üssü haline getirerek Türkiye’yi Ortadoğu’dan uzaklaştırdıkları gibi Orta Asya’dan ve Kafkaslardan da uzak tuttular.

Geçen otuz yıllık süre içinde (1991-2021) Rusya, Vladimir Putin’le güçlü bir şekilde geri döndü.

Kırım’ı, Batı’ya ve ABD’ye rağmen bir gece ansızın(!) ilhak ederek kontrol altına aldı. Akdeniz’de askeri üsler kurdu. Türki devletler dün olduğu gibi bugün yine arka bahçesi!

Türkiye, o yıllarda ekonomik ve siyasal gelişimini tamamlayıp cesur ve tam bağımsız yöneticilere sahip olsaydı bugün bambaşka bir Türk dünyası olabilirdi.

Yaşanmış bu tecrübelere rağmen bugün bile Suriye’de yaşanan iç karışıklıkları güney sınırlarımızın güvenliği için bahane göstererek Suriye’nin kuzeyi boyunca 40 km derinliğinde bir hattı kontrol altına alma düşüncesini hayata geçiremedik.

Türkiye, aynı hataları tekrar etmemek adına Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslar üzerinde yeni stratejiler geliştirmek zorundadır. Büyük devlet kolay olunmuyor. Caydırıcı bir güç olabilmeniz için ekonomide tam bağımsız ve savunma sanayisinde büyük yatırımlarınızın olması gerekiyor.

Yönetenlerin seçim kazanma uğruna içeride ve dışarda çatışma stratejisi uygulayarak kendilerine taban oluşturma gayretinin izah edilebilir bir tarafı yok.

Kendi kutsal değerleri üzerinden birbiriyle kavga eden toplumlar Ortadoğu toplumlarıdır ve bu savaş bu coğrafyada on dört asırdır kendi içinde ne yazık ki tam da Batının istediği biçimde sürüyor. Batı toplumu bir dönem kendisinin de yaşadığı bu meseleyi Papalığı Vatikan’a kapatarak çözümlemişti. Bizim de bu meseleleri çözmemiz için tutarlı bir eğitim müfredatına ihtiyacımız var. Birilerinin bir işaretiyle sokağa dökülen bir gençliğin ve kalabalıkların bu tür davranışları hak aramaktan öte ipotek altına alınmış bir iradenin dışa vurumu olsa gerek.

Örneğin, bugün Kıbrıs Türkleri Kıbrıs meselesi ile ilgili Türkiye’nin tezlerinden uzak bir anlayışı benimser durumda ise burada çok ciddi temel sorunların olduğunu görmemiz gerekir.

Türk coğrafyasında yaşayan Türklerin ülkü, tarih ve kültür bilincinin daha iyi anlaşılması, ortak bir yazı dili üzerinde uzlaşması için “Türk Dünyası Bakanlığının” bir an önce kurulması gerekiyor.

Türkçe, 300 milyon Türk’ün aynı şekilde konuşup yazı dili üzerinden anlaşabileceği bir temele oturtulmalıdır. Bunun için Türk Dil Kurumu ve benzeri kuruluşlar ortak bir anlayışla ilgili coğrafyada bu dil ve yazı birlikteliğini sağlayacak mekanizmaları harekete geçirmelidirler.

Ne yazık ki bugün TDK, Türkçenin yazım ve imla kuralları üzerinde bile tutarsızlıkları var. Sınavlara hazırlanan öğrencilerimiz her yıl TDK tarafından değiştirilen yeni kurallarla karşılaşıyorlar ve kafaları karışıyor. Yüz yıldır bu meselemizi bile tutarlı hale getirememişiz.

Bugün caddelerde, sokaklarda, AVM’lerde tabelalarda Türkçe isimlerle karşılaşmak neredeyse mümkün değil. Çeyrek asra yakın bir süredir ülkeyi yöneten yöneticilerimiz, şikâyet ettiğimiz bu konuya dair bir yasal düzenleme yapmayı düşünüyorlar mı acaba!?

UNESCO’nun 2021 yılını Yunus Emre Yılı ilan etmesi, bu dil meselemizin önemini kavramak adına meselelerden ne kadar uzak olduğumuzu da gösteriyor.

Bugün dünyada Türkçe konuşan halklara ülkemizdeki 4 milyon Suriyeli de dâhil oldu.

Türkiye’yi yönetenler ve yönetmeye talip olanların bilmesi gereken en önemli husus bence şu olmalı: Bir devletin dünyaya hükmetmesi için artık büyük topraklara sahip olması gerekmiyor. Dünya üzerinde yaşayan 300 milyon Türk’le ortak bir yazı ve konuşma dili oluşturarak öncelikle bir gönül bağı kurulması gerekiyor. Bunun için lazım olan şey; güçlü bir ekonomi, organize olabilen bir diplomasi ve zengin bir kültürel miras.

Türkiye, sözü edilen bu aşamaları sağlamak istiyorsa öncelikle dünya üzerinde yaşayan Türklerle ortak bir yazı ve konuşma dili oluşturma meselesini çözmelidir. Bu mesele Türkiye’nin diğer meseleleri içinde çözümü en kolay olan meseledir. Yeter ki bu hususta kararlı bir şekilde harekete geçilsin.

Türkiye, ortak yazı ve konuşma dili meselesini çözebilirse gelişme evresini hızlı bir şekilde tamamlayarak yükselişe geçebilir.

Unutmayalım ki bugün Rusya Kafkaslar’da ve Orta Asya’da etkili ise oradaki Rusça’nın etkisindendir. Aynı şekilde İngiltere ve ABD dünyayı yönetiyorsa bunun sebebi kendi yaşam kültürlerini ve İngilizceyi hâkim kıldıkları içindir. Ama aynı şeyi Çin için neden söyleyemiyoruz. Çünkü Çince sadece Çin’de kaldı da ondan.

Faruk YILDIZ

Eğitimci-Yazar