“Fiziği kavramadan metafizik üzerine kurgulanan hayatlar, her daim fiziğin hoyrat gerçeğine maruz kalacaktır.”

     Her facia sonrası bir kaçamak, bir sığınma, çaresizliğe dair bir savunma mekanizması olarak karşımıza çıkmakta kader inancı. İnanç esaslarında olup olmadığı; ya da ilahiyat çevrelerince kabul edilen şeklinin dışında tevillerinin yapılmaya kader inancı aynı zamanda sorumluluktan kaçışında en mükemmel aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hem tekil ve hem de kurumsal olarak sorumluluktan kaçma edimi, beraberinde felaketin faili olarak tanrıyı adres göstererek aslında hukuksal yapıyı itibarsız kılmaktır.

       Teolojik ya da İslam İnanç sisteminin itikadi şartları kapsamına alınan “kader” meselesi ile ilgili olarak Prof. Dr. Hüseyin Atay hoca; “Kader yok, özgür irade var. Özgür irade yoksa din de yoktur. Kur'an-ı Kerim'de kadere inanmak yoktur. Kadere verdikleri anlam, insanın alın yazısı anlamına gelir. Bu da insanın dünyada ne yapacağı ve ne yapmayacağı doğmadan önce yazılmış, çizilmiş ve iş bitmiştir, değiştirilemez, demektir. Cennetlik ve cehennemlik olması elinde değildir, anlamına gelir. Böyle kadere inanan aslında Kur'an'ı ve Peygamberi temelinden inkar etmiş olur.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştı. Bildiğim kadarıyla Hüseyin Atay, doktora tezi olarak “Kur’an’a Göre İman Esaslarının Tespiti ve Müdafaası’’ adlı konuyu hazırlamış ve daha sonra bu tezi,  “Kuran’da İman Esasları ve Kader Sorunu’’ ismi altında kitap olarak yayınlamıştı. Özetle, Atay hoca, genel kanı ve geleneksel din anlayışındaki kader inancının özü itibariyle İslam’ da olmadığını bilimsel bir metotla ortaya koymuştur. Aradan geçen 60 küsur yıla rağmen, yapılan bu bilimsel tespitin genel kanı/düşüncenin değişmesi üzerinde bir etkisinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

        Sosyolojinin ve ekonomi biliminin öncülerinden kabul edilen İbn-i Haldun'un "coğrafya kaderdir" sözü son birkaç yıldır tartışma platformlarının yanında herkes tarafından sıkça söylenegelen bir söz olarak gündeme geldi. Sözün, İbn’ i Haldun’ a ait olup olmadığı tartışılan bir husus olsa da; söz, özü itibariyle fazlaca düşünmeyi hak ediyor. Hele hele sürekli zulümlere ve doğal afetlere maruz kalıp, maruz kalınan bu olumsuzlukları kainatın varoluş kuralı/formülü olan “nedensellik” ilkesiyle değil de, Tanrının kaderi olarak gören bu anlayışın hakim olduğu toplumlardaki problemlerin (çatışma, ölüm, terör, hastalık, deprem, sosyal manipülasyon, ilerle(ye)me vs.) nedenini anlayabilme ve doğru çözüm yolları bulabilme noktasında “kader” kavramının temelli olarak sorgulanması gerekecektir.

          Öncelikle basit anlaşılabilir şu soruya cevap arayalım. Doğal afet özelinde meseleye bakarsak: Bizler yani İslam ülkelerinde orta şiddette bir deprem olduğu zaman binlerce can ve milyarlarca mal kaybı olurken, batılı ülkelerde yüksek şiddetli depremlerde bile neredeyse hiç can kaybı olmuyor? Batılı ülkelerde bebek ölüm oranları nerdeyse sıfıra yakınken biz de neden yükseklerde olmakta, hakeza iş kazaları/trafik kazaları, maden patlamaları gibi birçok hususta dünya ortalamasının oldukça üzerinde olmamız ne anlama geliyor? Maruz kalınan belaların ortamı/mekanı yani coğrafyası kişinin elinde olmayan bir unsur olmasının yanında, bu vaziyeti olduğu gibi kabullenip ve durumu bir nedenselliğe bağlamadan “mukadderat” olarak anlama/görme ise, apayrı bir handikap olarak bizi sarmalamış durumda. Bunun nedeni çok basit. Bu coğrafyanın insanları doğduğu günden itibaren aile ortamlarında bulunduğu vaziyetin bir kader olduğu, yetinmesi gerektiği, kaderin inancın bir gereği olduğu düşüncesi/inancı sürekli olarak telkin edilmektedir. Bilinçaltına işlenen bu kabullenilmiş hal, bir ömür boyu etkisini devam ettirerek kişiyi bir cendereye mahkûm etmektedir. Ve eğer kişi bu düşünceyi hayatının herhangi bir noktasında sorgulama gereği duymaz ve  bu hale rıza göstermeyi inancın bir gereği olarak benimser ise, kişi bir ömür boyu bu makus yaşama mahkum olacaktır. Hayatını sadece yaşamda kalmak adına iptidai, günlük sırdan ilişkilerin dairesinde geçirecek, neyi hak ettiği, neyi hak etmediğinin muhasebesini hiçbir zaman yapmamadan, bir figüran olarak ömrünü tamamlayacaktır. 

          Mekânsal anlamda coğrafyanın kader olmasına bağlı olarak insan zihninin şekillenmesine etki eden tüm unsurlar da kişinin kaderi olmaktadır. Temel mesele, bize öğretilen; bir şekilde telkin edilen kabullerimizin temelinde neler yatmakta, bu telkinlerin bilgi kaynağını neler oluşturmakta, bizler bu bilgi kaynaklarının temellerine ne kadar vakıf durumdayız, özgür irademizle neleri tercih edebilmekteyiz, yeterince malumat sahibi miyiz, nerelerde açmazlar var, bu açmazları sorgulayarak mı tercihlerde bulunuyoruz? Sorularına sağlıklı cevaplar bulabilmektir. Bu sorulara bulduğumuz cevaplar, bizleri doğru tercihlere ulaşma yolunda amaç ve ilkelerimizi belirlememize yardımcı olacaktır.

         Bizim dışımızda ve bizi şekillendiren tüm etkenlere karşı belirlediğimiz algı, tepki ve pozisyonumuz, aslında nasıl(hangi nitelikte) bir hayat süreceğimizi belirler.

       Sorgulamadığın İnançlar Sana Ait Değildir:

       Geleneksel daha doğrusu göçebe/tarım toplumunun insanı için aileden/çevreden gelen öğretileri sormaya ve sorgulamaya ne fırsatı vardır, ne de böyle kaygıları gündeme getirecek uyaranları mevcuttur. Lakin şehirleşen ve enformasyon çağında yaşayan insan için böyle bir kabul söz konusu değildir. Bundan dolayı, doğru ve anlamlı yaşayabilmek için bizi inşa eden bilgilerimizin kaynağına inmek, anlamak, kavramak, analizler yapıp doğru değerlendirmelerde bulunarak özgürce karar vermemiz gerekecektir. Bu zihinsel süreçten geçmediğimiz sürece bize öğretilen bütün değer ve inanç sistemleri bizim için sadece geçici kabuller olarak işlev görür ve düşünenler için ilk darbede sekteye uğrar.

       Başlangıçtan beridir sorup sorgulama işi şeytani bir kaygıymış gibi öğretildi. Oysa inanılan dinin esasları, literal anlamda sormayı, sorgulamayı, eleştirmeyi, işin aslını öğrenmeyi, dürüstçe yaşamayı, yanlış giden şeylere müdahil olmayı, hayatın bir ölçü/formül üzerine olduğunu, yapıp ettiklerimizin kendi kaderimiz olduğunu, hayatın bir sınavdan ibaret olduğunu esas alırken;  her ne hikmetse dinin bu temel ilkeleri yüzyıllar boyunca hep ıskalanmaya, sanki ikincil değerlermiş gibi görülmeye çalışıldı. Düşüncenin üretilmesine fırsat verilmedi. Dolayısıyla toplum sürekli olarak oluşturulan kırmızı alanlar çerçevesinde maniple edilmeye hazır hale getirildi. Düşünmeye şeytani misyon yükleyen bu anlayışlar sayesinde sığ meseleler eşliğinde kendisiyle sürekli cebelleşen toplumsal yapılar oluştu. Özgürlük, her daim problem üretir kaygısıyla, farklı yönelim ve yorumlara tahammül gösterilmedi, tekli bir yorum üzerinde birlik sağlanmaya çalışıldı ve bunda dair bilgi kaynağı hep tekelleştirildi. Bu aslında feodal/tarım toplumunun yapısı iken modern dönemlerde de devam ettirilmeye çalışıldı. İşin aslı, eğer insan bu dünyayı bir imtihan dünyası olarak görüyorsa yapması gereken şey, kendi içindeki ve kendi dışındaki olumsuzlukları düzeltme çabası içinde olmasıdır. Yani insanın imtihanı kaderiyle savaş vermesidir. Doğuştan getirdiği olumsuz kişilik özelliklerini(nefsi) ve kendi dışındaki hatalı/arızalı alanları düzelterek yaşanılabilir bir dünya kurmak insanın asıl görevidir. Yaradan insana bela/musibet vermez; insana vermiş olduğu akıl/düşünceyi kullanarak hayatı doğru bir şekilde yaşamasını ve inşa etmesini emreder. Yaradan, tüm kozmik yapıyı matematiksel bir formül üzerine yaratmış ve insanı da bu yapıyı kavrayıp ona göre davranmasını tavsiye etmişti. Bu hususun öncelikle anlaşılması gerekir. Hayat/inanç paradigmamızı bu çerçevede oluşturmadığımız sürece sürekli olarak kısır döngüler içerisine kıvranıp, her aşamada, biz neden böyleyiz? Sorusunu sorup, kendimizin de inanmadığı cevaplarla avunmaya devam ederiz. Temennimiz bu felaketin yaralarını bir an önce ivedilikle sarıp, daha sağlam, daha barışçı, daha bütünleşik ve barış içinde bir sosyal doku; daha sağlıklı ve güçlü bir devlet/millet işbirliğinin tesis edilmesidir. Ülke olarak bu tür felaketler yaşamamak için aklın ve bilimin ışığında bir paradigma geliştirebilmek dileğiyle…

Zafer Özer-Eğitim Müfettişi