Herkesin bildiği bir söz vardır; “borç yiğidin kamçısıdır” denir. Yani yiğidi harekete geçiren, onu pineklemekten kurtaran sihirli etken.. Kazın ayağı öyle değildir ama. Ne menem bir kamçı ki yiğidin hürriyetini aldığı gibi zürriyetini de tutsak alır. Yiğidin yetimi, yiğidin akıl tutulmasının ve aymazlığının ceremesini öde(yebil)mek için mankurt gibi çabalayıp durur yıllarca. Yenidoğan ünitelerindeki ağlama sesleri biraz da bu ipotekli yarınlar içindir dense yeridir.

Geçen yüzyılda yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalayıp sanayi üretimlerini paraya çevirmek suretiyle dünya para piyasasını yani para pazarını ele geçiren -sözde- küresel sermaye baronları akaryakıttan, demirden, kömürden vd. metalardan elde ettikleri devasa paraları bu yüzyılda tekrar ticaret döngüsüne (mekanizma) sokarak “paradan para kazanma” yoluna gitmiştir. Böylece bu yüzyılın sihirli sözcüğü “finans” olmuştur. Neo-liberal yani yeni liberalizm olarak tanımlanan ve bizdeki karşılığı olan -Turgut Özal ile belleklerde yer eden- serbest piyasa lakırdılarını aslında küresel sermayenin isteğini yerine getirmek, küresel ticaret döngüsü adı verilen düzene uymak/ayak uydurmak daha doğrusu dümen suyuna kapılmak olarak anlamalısınız. Dahası Cumhuriyet tarihinde iç borçlanmanın kaymağını en çok yiyen kişi de Turgut Özal’dır. Tam da bu noktada şeytanın sor dediğini soralım: 12 Eylül sebep miydi sonuç mu? Peki, ya gerekçe idiyse yani yaman hırsızın elinde kirli bir kılıf idiyse…

Küresel finans döngüsünün dişlileri nelerdir? Bankacılar, gazeteciler, iktisatçılar, siyasetçiler, uzmanlar ve işler yolunda gitmediği zamanlarda generaller.. Bütün darbelerin halka rağmen olmasının altında yatan gerçek neden bu sarmalda gizlidir. Misal ABD, onca baskıya ve yönlendirmeye rağmen bir türlü arka bahçe yapamadığı Güney Amerika ülkelerinde generallerle iş tutmayı yeğlemiştir yıllar yılı. Hoş, ABD’nin “our boys/bizim çocuklar” dediği kişiler (zevat) de bizim mahallenin postalcıbaşıları idi sonuçta.

Devletin kurumsal yapısını nasıl tanımlayabiliriz? Toplumların askerî, iktisadî, siyasî vd. erklerinin (kuvvet, irade) bileşkesine devlet diyebiliriz. Peki, devlet bu bileşke ile yani toplumsal erkle ne kadar örtüş(ebil)mektedir? Yarısı örtüş(müş)se alıp, başınıza taç yapabilirsiniz. Sözde temsilî demokrasi ile yönetilen birçok ülkede aynı sorun karşımıza çıkmaktadır. Örneğin topluma rağmen toplumsal refah, rahatlık (konfor) adı altında kamu borçlanmasına gidilir. İstanbul’a yapılan bir yatırımın Antalya’daki yurttaşa yararı yoktur ama ederine (maliyet) ve/veya zararına yani borcuna ortaktır. Daha çarpıcı bir örnek; Antalya’daki otellerin bütün angarya işlerini Antalya’daki yerel belediyeler yaparken, bu otellerin vergi daireleri çoğunlukla İstanbul’dadır. Yani Antalya’daki turizm faaliyetlerinin katma değeri İstanbul’un hanesine yazılır. Bir peki daha… Turizm pastasından Antalya ne alır? Her şey dâhil tur paketleri yüzünden havasını alır. Bir de asgarî ücret denen emek sömürüsü ile çalışan/çalıştırılan binlerce, on binlerce çalışanın eline tutuşturulan üç beş kuruş… Kozmopolit bir görünüme evrilen kentte günden güne artan hayat pahalılığı; artan gıda, giyim, kira giderleri… Günden güne artan suç oranları da cabası.. “Artık İstanbul Anadolu’ya hakim değil tabi olmak mecburiyetindedir.” diyen Atatürk’ün mumla arandığı bir dönemde yaşıyoruz ne yazık ki.

Başa dönelim: Borç yiğidin kamçısı mıdır? Evet, kamçısıdır. Yiğidin ve yiğitlerin bir araya gelmesiyle oluşan milletin barışını, huzurunu, özgürlüğünü, u/mutlu yarınlarını elinden alır. O halde bireylerin ve bireylerin toplamının yani milletin siyasî eşgüdümü olan devlet bütçe fazlası veremiyorsa bari en azından denk bütçe ile yoluna devam etmelidir. Cumhurbaşkanlığı süresince her daim denk bütçeyi esas almış olan büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere “ayağını yorganına göre uzat” diyen atalara rahmet..

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/