Eğitimin tanımı her geçen süreçte değişime uğramakta, yapılan tanımlar çerçevesinde eğitim sistemi ve bu sistemin içeriği şekillenmektedir. Yıllar önce “bireyin davranışlarında olumlu ve istendik yönde davranış değişikliği meydana getirme süreci” olarak ifadelendirilen ve bizim de sınavlarda sorulduğunda cevaplamak için ezberlemek zorunda olduğumuz bu tanımın, zamanın ruhuna uygun olarak sürekli değişim gösterdiğini görebilmekteyiz. Tanıma bakıldığında bireyi, ‘kendinin dışındaki’ unsurlar vasıtasıyla biçim/şekil verilemeye çalışıldığı rahatlıkla görülecektir. Oysa eğitimin çocuklara yaşadığı dünyayı/doğayı kendini ve kendinin dışındakileri öğrenmesine fırsat vermesinin yanında, yaşadığı dünyaya ait ilişikleri,  demokrasiyi, demokratik düşünme ve demokratik kültürün kazandırılması gibi bir misyonu olduğunu duyar gibi olmamıza rağmen, kendi yaşantımızda hep bir ötekinin olduğunu, ötekinin bizim açımızdan her daim tehdit oluşturacağı varsayımıyla onu dışlamayı, bir şekilde bize benzemesi için kendi kabullerimizin içine çekmeye çalışır, bunu sağlayamazsak ona tahakküm kurma davranışlarını göstermekten kendimizi alamazdık. Bundan dolayı bize benzeyenlerle ortak daireler oluşturur, bunun adına bazen dava, bazen mefkûre, bazen politik tercih/düşünce/felsefe diyerek kendi dairemizin sınırlarını daha bir izole etme, bir açıdan kutsama yoluna giderdik. Aslında resme uzaktan baktığımızda böyle olmamız istendiğini fark edebiliriz. Kendi dairemiz dışında kalanları kurtarılması gereken kişiler olarak görürdük. Bunun sonucunda farklılıkların doğal olduğunu kabullenmeyip sürekli bir cebelleşmenin içinde bulurduk kendimizi. Oysa insanın becerebilmesi gereken irfani tavır, kendine benzemeyenlerle ortak yaşama kültürü oluşturabilmesidir. Ancak bu beceriler çoklu müdahalelerle pekiştirilemediği için hep eksik kalmakta, hayata geçirilememektedir. Doğduğumuzdan itibaren hayatın her alanında, tüm karar süreçlerinde düşüncesine başvurulmayan bizlere, empati, tartışma, ötekini anlama, eleştirme, ortak bir değer etrafında birleşme yerine ‘dövüşme/cebelleşme/çatışma’ işi kalmaktaydı. Durduk yerde dünyayı kendimize zehir etmede oldukça mahirdik. Çünkü rasyonel, nesnel ve bağımsız düşünebilme becerilerimiz daha ilk baştan itibaren örselenmişti.

       Demokrasi kültürünün yaygın olarak kabul görmesi, kurumlarıyla problemsiz olarak inşa edilmesinin ön koşulu ‘birey’ olma bilincidir. Bu bilinç; öncelikle içinde yaşanılan sosyal ortam, aile-rol ilişkilerine, eğitim sisteminde tanımlanan amaç ve içeriğe(program) ve genel anlamda benimsenen bürokratik yapıdaki rol ve davranış modellerine göre gelişim gösterir. Bu noktada demokrasinin gerçekten benimsenmesi, daha çok o ülkenin eğitim sisteminde ‘nasıl bir insan’ sorusu ile şekillenen insan yetiştirme modeline bağlı bir süreçtir. Özellikle aydınlanma dönemi öncesindeki, yasalara bağlı olmayan daha çok feodal ilişki normlarının olduğu toplumsal yapılardan, demokrasiye geçişte ciddi bir takım sorunların olması olağan bir durumdur. Bilindiği üzere demokrasi başlı başına bir yaşam şekli ve kültürüdür. Bu kültürün oluşumunda sistemin bir ya da birkaç unsuru yeterli olmayıp, tüm alanları kapsayan ve sistemi oluşturan bütün alanların, bu kültürü geliştirme misyonunu taşıması gerekmektedir. Demokrasi kültürünü meydana getirmeyi direk ya da dolaylı hedef gören eğitim sistemlerinden söz ederken, sadece örgün eğitim ile sınırlı kalmak, bu kültürün toplum tarafından benimsenip yerleşmesinde yeterli bir sebep olmayacaktır. Ancak, örgün eğitimin demokrasinin inşa edilmesinde organize edici, yönlendirici bir rol üstlenmesi gerektiğini de yadsımamak gerekir. Örgün eğitimin onca tartışmaya rağmen vazgeçilemez olduğunu da kabul etmek gerek.

       Demokrasinin gelişiminde, ülkelerin eğitimden ne anladığı, neyi hedeflediği ve nasıl bir program uyguladığı sorusu önem arz etmektedir. Batıda sanayileşme ile birlikte şehirleşen sosyal yapının kurumsal temeli olan fabrikalaşma sürecinde, okullarda öğrencilere bu yapıya uygun rollerin öğretilmesi gerektiği anlayışı tartışılırken Dewey, eğitim alanında çocukların “özgürce ve kendi akıllarını kullanarak değil de alacakları ücret için” çalışmak üzere eğitilmelerinin “bağnazlık ve ahlaksızlık” olduğunu savunmaktaydı. O na göre sanayileşmede “feodal bir toplumsal düzenden”, özgür bir şekilde ilişki kurma üzerine kurulu “demokratik bir toplumsal düzene” geçmesi gerekmektedir. Bu tanımda eğitimin amacı; özgürlük ve demokrasidir.

       Bu durumda demokrasi çerçevesinde, siyasal ve sosyal yapının kurulması için eğitilen bireylerde belirli becerilen olması gerekmektedir. Eğitim sistemi, esasında bu becerileri kazandırmak için var olan yapılardır. Demokrasinin gerekli kıldığı bu beceriler; temel bilgiler, zihinsel/bilişsel beceriler, teknik beceriler, iletişim becerileri, kişisel beceriler, sosyal ve kültürel beceriler, ekonomik beceriler ve çevre bilinci olarak sıralanabilir. Bu noktada, eğitilmiş insanda tanımını bulan temel kişilik özelliklerini sıralarsak; iyi insan, iyi vatandaş, özgür düşünen birey, iyi üreten-iyi tüketen insan (ekonomik insan) ve çevreye duyarlı birey olarak sıralanabilir. Bu nitelikler, yeni bir yaşam alanı oluşturmada bireye yüklenen öneme vurgu yapar. Özellikle katılımcılığın toplum ve siyasal hayatta pratiğe dönüştürülebilmesi; birbiriyle dayanışma halinde, sorunlarını hak/hukuk kuralları çerçevesinde çözümleyen, kendinin dışındaki bireylere hoşgörü ve saygı çerçevesinde bakabilen bireylerin oluşturduğu tutuma bağlıdır.

       Sanayi toplumun eğitim anlayışındaki hedefleri, daha çok bireylerin toplumca ve ekonomik taleplerce belirlenen rollerin yerine getirmelerini sağlamaktı. Ancak evrensel bilgi ve kültürü ile kitle kültürü arasındaki farklılıklar ortadan kalkamaya başlamasıyla, genel geçer doğruluk anlayışı tartışılır olmaya başlamıştır. Farklı yaşam alanlarının incelenmeye değer olduğu ve kültür unsurlarının, kendi yapısı ve tarihsel gelişim süreci içinde ele alınması gereği düşünülmeye başlanmıştır. Bu noktada eğitim sistemi, yeni değerlerin aktörü olabilecek insanı inşa etmede, aktif rol alması ve kendisini sistem olarak yeniden inşa etmesi gerekmektedir. Eğitim sistemi nasıl bir örgütsel yapı oluşturmalı ki bu becerilerin kazanılmasında aktif ve işlevsel rol alabilsin? Öncelikle sistem analizleri yaparak işe başlamalı… Ancak, yukarıda sıraladığımız eğitilmiş insan niteliklerinin (beceri ve kişilik) kazanılmasında, okullarda neyi nasıl öğretmeliyiz sorusunun cevabı olan eğitim programındaki gelişmeleri ayrıca tartışmalıyız. Çünkü yeni yüzyılın değerleri demokrasi kültürü içinde olgunlaşabilir. Bu süreç genel anlamda eğitimin temel sorunu olup; eğitim sistemi de kendisini, yeni kabuller üzerinde dönüştürmesi gerekecektir.

       Bunun yanında dünya, pandemi süreciyle birlikte yeni bir aşamanın startını vermek zorunda kaldı. Öncelikler yeniden belirlenmeye başlandı. Temel ihtiyaçlar hiyerarşisinin başında olan, yaşamda kalma/güvenlik ihtiyacı devreye girince yaşama dair birçok ayrıntı ve seçenekler gönüllü olarak askıya alındı. Toplumlar kendilerinin vakıf olamadığı süreçlerle ilgili olarak, uzmanların tespit ve önerilerine uymak zorunda bırakıldı. İşin içine yaşamda kalma kaygısı girince, insana dair tüm özgürlük alanları tartışma dışında kalarak, toplum, tehdit algısı üzerinden bilim kurullarının inisiyatifine bırakıldı. Dolayısıyla olup bitene dair tüm süreçler sorma ve sorgulama yapılamaz hale getirildi. Dünya artık daha iyi yönetilir hale getirildi. Ancak, bunlar olurken binlerce yıllık serüvenle kazanılan insan bilincinin hareket alanı kısıtlandı. Böyle bir ortamda yetişen nesillerin gelecekte nasıl bir zihni performans, tutum ve davranış geliştireceğini şimdiden bilmek zor olacaktır. Şimdilik izlemekten başka elimizden bir şey gelmiyor.

Zafer Özer-Maarif Müfettişi