"Sırtta yumurta sepeti taşıyarak hakikat aranmaz"

       Bazı kişilikler vardır, bir inanç/ideoloji/düşünce üzerine oluşturulan mefkûrenin, tüm canlılık özelliklerini üzerlerinde taşırlar. Onların yaşam serüveni bir toplumun zihinsel gelişim süreçlerinin izdüşümü olarak görülür. Bir toplum, ontolojik/inançsal tercihlerini bireysel olarak kendi iradeleriyle değil de toplum indinde kabul gören daha yetkin kişilerin önderliğinde, onlara telkin edilen öğretilerle şekillendiriyorsa, rağbet gören kişilerin yaşam hikâyeleri o topluma örnek teşkil eder ve onunla müşterek bir yaşam hikâyesi oluşturulur. Bu durum, müesses yapının koordinatları hususunda problem oluşturmadığı sürece, olağan şekilde ve memnuniyetle devam eder. Lakin, belli bir süre rağbet görüp yetkinliğini ispat eden örnek kişilikler, kabul gören koordinatları sorgulamaya başlaması durumunda, olayın rengi değişir ve temel konularda kırılma/çatışma alanları baş gösterir. Toplumsal değişim süreçleri, kırmızı çizgilere müdahale etmeye başladığı andan itibaren, rağbet edilene karşı tepkiler başlar ve aforoz müessesesi devreye girer.

       Toplum olarak Hz. Mevlana’ nın, “Dünle beraber gitti cancağzım, ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünü her platformda söylemeyi adet edinirken, eski adetlerimizden vaz geçmemek içinde sürekli bir mücadele içindeyiz. Aynı minvalde eski bir politikacı, “Dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulamaz”  demişti. Sanırım bu değişme işini pek anlayamıyoruz. Oysa yeni nesli her konuda ve özellikle inançlar konusunda ikna etmek her geçen gün zorlaşıyor. Bundan dolayı, inancın ve aklın neliği hususunda, yeni nesli tatmin edecek yeni savlara, açıklamalara, yorumlara ve açılımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Dün, yani toplumların, düşüncelerin, inançların, tercihlerin açık olmadığı ve tartışılmadığı dönemlerde, özellikle yeni nesilleri ortak değerler üzerinde bütünleştirmek kolaydı. O dönemler için belki en doğrusu da buydu. Ancak, özellikle son yirmi yıldır yaşanan baş döndürücü gelişmeler, yönetsel tercihler, çok kültürlü yapılar, sınırsız bilgi kaynakları ve bunlara erişimin kolaylaşması sonucunda, insanları inançsal noktada tekli hakikatler zemininde birleştirip uzlaştırmak pek mümkün gözükmemektedir. Bu noktada, farklı şeyler söyleyenleri de dinlemek gerekir. Farklı bir şey söyleyenlere itibar edilebilmesindeki en nesnel ölçüt, o kişinin kimliğinden ziyade, kişiliği ve müktesebatı olmalıdır. Öncelikle, lider eksenli tercihte bulunan toplumlar, söylenen sözün gerçekliğinden/değerinden ziyade, sözü söyleyenin durumuna, tarafına ve elbette söylediği sözün ezber bozup bozmamasına itibar ederler. Söylenen sözler, ezber bozup müesses yapıyı kısa vadede rahatsız etse de uzun vadede o sözün değeri anlaşılacaktır. Yeter ki, sözü söyleyen kişinin işinin ehli ve tutarlı olsun. Son, otuz beş yıldır gördüğüm izlediğim, okuduğum ve dinlediğim kadarıyla bu işe en ideal model Dücane Cündioğlu’dur. Bu noktada dindar bilincin serüvenini, en iyi tahlil eden kişi olarak, yine Dücane Cündioğlu olarak görüyorum. Dücane Cündioğlu’ nun farkı nedir, neden takip edilmeli, onun ayırt edici özelliği nedir?

       Son bir yıldan beridir, Dücane Cündioğlu, birkaç kez TV programlarına katılmıştı. Dücane Cündioğlu, son olarak geçen hafta katılmış olduğu TV programı öncesinde, felsefe alanındaki bazı akademisyenlerce eleştirildi. Onun felsefeci olarak tanıtılması eleştiri konusu olmuştu. Hiçbir akademik çalışması ve kariyeri olmayan birisi, nasıl felsefeci olabilir? Bu nedenle o kişi, neden felsefeci olarak tanıtılmaktadır? Yani, temel ölçüt akademik kategorideki kariyer esas alınırsa, diplomalardan medet beklemek gerekir elbette, ancak beklenen bu medetin pratik bir karşılığının olup olmadığını yine ülkenin akademik camiası cevaplamaktadır.

       Hiçbir akademik kariyer basamaklarından (lise dahil) geçmeden (gramer-okuma düzeyinde), Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Osmanlıca, Latince, İbranice okuyabiliyor olması, kayda değer bir özelliktir. Tüm kategorideki ve özellikle felsefi metinleri kaynağından okuyabilmek, gerçekten müstesna bir özellik olsa gerektir. 

       Dücane Cündioğlu, hayata ve davaya erken başlayan bir kişiliktir. Ülkücü davaya adım atar atmaz hapse atılan, dört yıl hapislik döneminde, okumalarına koğuşlarda devam eden bir adanmış kişiliktir. Daha sonra, İslamcı Mefkûreye doğru gelişim gösteren düşünce yapısı, onu sürekli okuma, araştırma, düşünmeye ve yazmaya yöneltmiş, bu hususta da rüştünü ispat ederek camia içerisinde saygın bir yere gelmiştir. Ancak hiçbir aşamada, herhangi bir fraksiyona aidiyeti olmamış, hakikati bulma serüveninde kendi kulesini inşa etme çabasını tek başına sürdürmüştür. Kendi deyişiyle, Dücane Cündioğlu’nu müstesna yapan şey, “Bilmediğim hiçbir şeyi kabul etmeyeceğim ve bilmediğim hiçbir şeyi reddetmeyeceğim.” İlkesine bir ömür boyu sadık kalarak, hakikat arayışını bir arkeolog titizliğiyle sürdürmesidir. İslam inancında, imanın dereceleri sınıflandırılırken, taklidi imandan tahkiki imana geçişin gerekliliğine vurgu yapılmasına karşın, klasik/geleneksel öğretide tahkik, hep ıskalanır ve taklit ve telkin esas alınır. Dücane Cündioğlu, bu süreci, kendi yaşamının temel bir ilkesi olarak kabul etmiş ve her aşamada bilindik, ezberlenen ve telkin edilerek sunulan hakikatleri, kendi işçiliğiyle ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Bunu yaparken, her şeyi, esaslı bir sorgulamaya tabi tutmuş, hatta, düşünme çabasında, sınırları zorlayan bir ilkeyi dahi cesaretle söyleyebilmiştir; ‘Tanrı üzerine düşünmek, tanrıyı yitirmeyi göze almakla mümkündür. Onun için dindar bilinç tanrı üzerine düşünemez, düşünemediği için de felsefe yapamaz çünkü bunu göze alamaz. Bense göze alabileceğimi düşünüyorum” diyerek yeryüzünde insanı müstesna (ve sorumlu) kılan en belirgin özelliğini, yani düşünmeyi, sınırları zorlayacak düzeyde kullanma cesaretini gösterebilmiştir. İdrakin mertebelerini, “Herkes kendi idrakince hakkı ve hakikati idrak eder, bazıları hisseder, bazıları hayalen, bazıları vehmen ve bazıları da aklen” şeklinde kategorilendirir.  Her idraki, idrak olmak itibariyle mertebesini hak olarak görür. “Kişinin idraki hangi mertebedeyse, idraki o mertebenin sınırları içinde haktır. İdrak mertebelerinde yükseldikçe, bir önceki idraki batıl olur (değişir); sadece, kendisi için kesinlik ifade eden ilmi, bir adım sonra zanna dönüşür,” diyerek, idrak melekesinin herkeste aynı olamayacağını, farklı tecelli ettiğini ifade eder. Dünyayı anlamlandırma sürecini açıklarken mitos (imge) ve Logos (kavram) terimlerini kullanır. “Zihinsel yetenekler arttıkça, imgelerin yerini kavramlar alır, mitosun yerini logos alır, inançların yerini düşünce alır,” diyerek düşünce evriminin aşamalarını betimler.

       “İslam dünyasının en büyük yetersizliği nedir?” sorusuna; “Düşünmeyi unutmaları. Düşünmeyen bir dünyanın mensuplarıyız artık. İmparatorluğu kaybedeceklerini anladıktan sonra Müslüman elitlerin en büyük zaafı huzura, güç ve iktidara tapınmak oldu. Bu bir tür Hıristiyanlaşmaydı. Vatikanlaşma! “Göklerin meleketunun senin olmasını istiyorsan yeryüzünün melekutunu da ele geçireceksin! Nefesin İsrafil'in sûrunda, elin nükleer bombaların düğmesinde olacak,” şeklinde cevap verir. İslam dünyasının en temel problem/kırılma alanının, ‘düşünceden uzaklaşması’ olarak gören Dücane Cündioğlu, bu tespitiyle var olan geleneğe dair tüm değer ve uygulamaları esaslı bir sorgulamaya tabi tutar. Dücane hocanın, yine müstesna özelliklerinden biri de uğraşı verdiği alanların sosyal/beşerî bilimler (Felsefe, mantık, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, edebiyat) ile mimarlık ve sanat gibi alanları kapsayan çok yönlü (multidisipliner) bir kişilik olmasıdır. Hatta, bir konuşmasında, iki yıl temel tıp eğitimi aldığını ifade etmiştir.

       Son kırk yılının muhasebesini yaptığı konuşmalarında, düşünce hareketlerinin ve özellikle, gençlik dönemlerinde kendisinin de teorik aşamasında büyük uğraş verdiği siyasal İslam ve türevlerinin batının projesi olduğunu ifade eder. Bu, aslında yeni bir tespit olmayıp, özellikle solcu kesimin dillendirdiği 60’lı yıllardan itibaren, ABD’nin komünist yayılım politikalarına karşı, İslam ülkelerinde başlattığı yeşil kuşak projesi olarak tanımlanmıştı. Benzer bir tespit oldukça manidar bir durum. Geçmişte bir zamanlar merhum eski MİT’çi Prof. Dr. Mahir Kaynak, aynı hususlarda; “bu projelerden saf ve iyi niyetli halkın pek haberi olmaz, onlar kendilerinin dindarlaştığını zanneder,” demek suretiyle, benzer yorumlarda bulunmuştu. Bu tespit, ilk söylendiği dönemlerde muhafazakâr/dindar kesimlerce pek ciddiye alınmamış, lakin, gelinen noktada, üzerinde cidden durulması gerektiği anlaşılmaya başlandı. Dünya ölçeğindeki düşünsel/kültürel ve politik gelişmeleri tam/isabetli anlayıp değerlendirebilmek için meselelere veriler ışığında daha üst perdeden ve akılla değerlendirmek gerek.  Aksi taktirde kişi, tüm yaşamı boyunca, neyi neden yaptığını fark edemeden ömrünü tamamlar. 

       Bir eğitimci olarak kendi çerçevemde olayları/olguları yansızca değerlendirmeye çalışan, dinleyen ve biraz da okumaya çalışan, Türkiye’nin, yetmişli yıllarını kısmen hatırlayıp, 80’li yıllardan itibaren, birçok şeyi görüp, izleyip, anlamaya çalışan biriyim. Özellikle son elli yılın serencamını ve gelinen noktadaki krizleri doğru teşhis ve tahlil etmeden sıkıntılarımıza çözüm bulamayacağımızı düşünüyorum. Yine, gelinen noktada geleceği inşa edecek olan şimdinin çocuk ve gençlerinin doğru bir eğitimden geçmeleri gerekir. Dünya çapında iddia ve fikrini, dünya çapında bir söylemle gündeme getirebilmek için, öncelikle hür ve doğru düşünebilen bireylere ihtiyaç vardır. Türk Toplumunun, önce birey ve sosyal yapı anlamında, kendi iç ahenginin tesis etmesi gerekir. Çağa, geleceğe ve insana dair beklentiler, anlık değişimlere maruz kalıyor. Yüzyıllar öncesi, homojen toplumsal yapılardaki insan tasavvuru ve davranışına yönelik çözümlemeler, bireyleşen insan ve yeni dünyada işlemez hale gelmiştir. İnsanın sorma, sorgulama, düşünme becerilerinin aktif hale geldiği bir dünyada, tahakküm ve telkinle inşa edilmeye çalışılan yapılar, ne bir sorun çözebiliyor ve nede kalıcı olabiliyor. İşin esası, insanı tüm canlılar içerisinde müstesna kılan “akletme/düşünme” özelliğinin kullanılamaması ya da kullanmasının önüne engel konulması(günah), vahametin derecesini arttıran temel unsur olmuştur. Bu anlamda İslam ülkelerinin doğru ve net bir rota üzerinde olduğumuz söylenemez. Her şeyden önce, Modern devlet aygıtının gündeme gelmesiyle birlikte, temel uzlaşı alanı, toplumsal talepler ile evrensel değerler zemininde oluşturulan yasalardır. Yani, hukuki zemin, asgari yaşamın standardını belirler. Çünkü, heterojen toplumlarda metafizik mefkureler üzerinden uzlaşı bulmaya çalışmak (tüm toplum aynı şeyi düşünse bile) bir şekilde farklı olanları ıskalamayı gerektirir. Aynı inanç sistemi içerisinde bile, bırakın akait konusunu; muamelattaki küçük bir ayrıntı üzerinden birbirini ötekileştiren bir yapıda ortak bir uzlaşı alanı bulmak zordur. Yani, ortak bir uzlaşı için ontolojik tercihlerden öte, toplumun rasyonel bir düşünce ekseninde, yani düşünerek bir ortak nokta bulması gerekir. 

       Düşünsel anlamda, gençlerimizin öncelikle hür düşünmeleri için gerekli alt yapıların oluşturulması gereklidir. Dünün usul ve çözüm önerileriyle, kendimizi sadece kandırır ve çöküşümüze zemin hazırlarız.  Düşünme ve felsefe geleneği üzerine temel bir politika olmadan, daha açıkçası, ussal bir zihin ve kamusal yapı oluşturamadığı sürece, her türlü metafizik mefkure üzerinden, toplum maniple edilecek ve toplum hep birbiriyle cebelleşip duracaktır.  Bu konuda Fetö kalkışması, müşahhas bir örnektir. Naklen TV kanallarında, DAEŞ teröristinin, Allah adına yaptığı katliama baktıktan sonra, “İslam bu değildir” derken; örgütün bu davranışının referansının yine aynı dinin mezhepsel öğretilerden aldığının farkında olunması gerekir. Oysa, Mehdilik inancı ya da “Fırkai Naciye” teolojisini benimseyen bir düşünce/zihin, her zaman kendi gibi düşünmeyenleri cehennemin yolcusu görecektir. Yani, fırsatlar oluştuğu takdirde, ötekileşenleri, en azından basit bir yorum farkından bile kendi dışındakileri tekfir edecek ve yok etme davranışına yönelecektir. Bu halin doğası budur. İzlediği katliam sahnesini, tüm inançlardan sıyrılan bir insana gösterseniz, bunu kesinlikle kabul etmeyecektir. Evrensel vicdana ters olan bir davranışı, dinin emri addedenlerin, kendi gibi düşünmeyenlerle bir uzlaşı kültürü oluşturmaları pek mümkün olmayacaktır. Bundan dolayı, çocuklarımıza/gençlerimize düşünmeyi, düşünmenin usullerini, kendini, evreni tanıma fırsatı verdikten sonra, aklını özgürce kullanmayı ve yaşadığı dünyayı doğru biçimde anlamayı ve birlikte yaşamın yollarını ortak bir akılla bulmasının yollarını göstermek gerekir. Ve bireyler inançlarını bu aşamalardan sonra özgür iradeleriyle tercih edebilmelidir. Bu din eğitimini ıskalamak anlamı taşımıyor. Kişiye özgürlük tanımadan verilen öğretiler uzun soluklu olamaz. Ve din tekil bir eylemdir. Tekil eylem üzerinden, müşterek bir mefkûre, daha çok genel geçer/vicdani esaslar üzerinden kültürel bir yapıyla mümkün olabilir.

       Bu noktada, pratik nazarda, heybemizdeki kabullerimizi, hakikaten Allah’ın bir talebi olup olmadığını netleştirmemiz gerekir. Dücane Cündioğlu’nun da birçok kez gündeme getirdiği Descartes’in, ‘elma sepeti’ metaforunu hatırlayalım. “Yola çıktığımızda zihnimiz bir sepet gibi elmalarla dolu, ama içinde çürükler de var. Bu çürükleri tek tek ayıklasak, bu yanlışmış bu kötüymüş diye ki hepimiz buna benzer işler yapmışızdır. Arada bir tane çürük elma kalırsa, diğerlerini de çürütür. Elmaların içinden çürükleri seçmekle yorulmayın. Sepeti tutun, ters çevirip boşaltın. İçlerinden sadece sağlam olanları tekrar sepete koyun.” Bazen doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırmak için elma sepeti misali, zihnimizi boşaltmalıyız. Sonra da uygun gördüklerimizi tekrar alıp zihnimize tekrar yerleştirmeliyiz belki de.

       Dücane Cündioğlu’nu, Anadolu Türk gençliğinin spritüal (ülkü/din/değer/mukaddesat) düşünce serüveninin (evrilme aşamalarının) vücut bulmuş hali olarak gördüğüm için gündeme getirmek istedim. Mesele sadece Dücane Cündioğlu’ nu yüceltmek değil, onun serüvenini anlamaya çalışmak. Verilen emeği, eziyeti, zihin terini takdir etmek. Elbette, benzer kişilikler vardır. Bizler, daha çok kişi kültü üzerinden hakikatleri benimseye ya da anlamaya çalışırız. En azından böyle yapmamamız gerektiği aşamasına geçmemiz gerekir. Bunun yolu da özgürce okumak, anlamak, kavramak, düşünmekten geçer. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bir din, bir düşünce ya da herhangi bir ideolojiye sahip olma/tercih etme nedeni, zihni muhasebe ve müzakereler değil de bizi yetiştiren aile, çevre ve diğer olumlu/olumsuz yaşanmışlıklar ise, sahip olduğunu zannettiğimiz din/düşünceyi yeniden düşünmekte fayda vardır. Yani, bulunduğumuz limana, bizi kendi tercihlerimiz getirmedi ise o limanın emanetçiyizdir.

Son Söz:

Baksana hâline ey talip, ne kadar acınacak durumdasın! Kendini koynuna bırakacağın uçurumlardan bile mahrumsun.

Elin kolun bağlı. Bilincin. Belleğin. Başkalarına muhtaçsın, sana kim olduğunu hatırlatacak başkalarına... her hâlükârda insana...

Senin Hira'n dağın zirvesinde değil ey talip, uçurumun dibinde.

Çarşıda.

Putperestler meclisinde. Kalabalıkların arasında.

Keşf u ıttıla mı istiyorsun, duymakla olmaz bir de göreyim mi diyorsun, önce Cebrail’i çağırmak zorundasın, Hakkın cebrini...

Bu çağa... çağına...

Tenezzül etmeli ki yanına inmeli, mağarana gelmeli. Lâkin önce seni yalnız bulmalı. Yalnız ve kimsesiz ve çaresiz.

Hira'da kalabalıklara yer yok ey talip, mağaranda tek başına kalmalısın!

Unutma, Cebrail’den önce ferdiyetin hakkını vermelisin! Hürriyetin. (Avangard Sufilik, Yeni Şafak)

Vesselam…