Aslına bakılırsa sendika, kapitalist üretim modelinin ürettiği bir kavramdır. Sendikalar Avrupa’da (özellikle İngiltere’de) işçi sınıfı hareketinin bir parçası olarak, Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan bir örgütlenme halidir. İnsanı sermayenin bir aracı olarak gören kapitalist üretim modeline karşı bir haykırış ve işçi örgütlenmesinin adıydı sendikal oluşum. Bu dönemde batı tarzında bir üretim modelinin Osmanlı’ da ve erken Cumhuriyet döneminde oluşmamasından dolayı sendikal faaliyetler ülkemize biraz geç girmiştir.

     Yakın zamana kadar sendika, sadece bir işçi haklarını savunan bir örgütlenme iken, günümüzde kamu sektöründeki memurları da kapsayan bir faaliyet olarak yasalaşıp yürürlüğe girmiş durumdadır. Özünde sendikal hareketler, ideolojik bir kamplaşma alanı olmayıp; çalışanların çalışma yaşamına ilişkin sorunlarını çözmek, ortak çıkarlarını ve haklarını korumak, geliştirmek için kurulan bir örgütlenmedir. Sendika, diline, dinine, rengine, siyasi görüşüne bakmaksızın bütün çalışanları kapsayan, ortak hak ve çıkarlar için kurulan bir kitle örgütlenmedir. Ülkemizde sendikal hareketler her ne hikmetse ideolojik kamplaşmanın bir aracı olarak görülmektedir. En azından bu durum, bilimsel temelleri de olan güçlü bir algı olarak karşımıza çıkmaktadır.

     Sendikal hareketin kamu sektöründe ne derece pratik bulabileceği başlangıçta tartışılan bir konuydu. Tartışmanın temelinde bizdeki kamu yönetiminde merkeziyetçi yapının; daha yalın olarak, kamu hizmetlerin devletin patronluğunda ve devletin memuruyla yürütülmeye çalışıldığı bir örgüt modelinin ne derece “sendikal” faaliyet olarak yürütülebilir? Bu problem, temel bir paradoks olarak halen geçerliliği sürdürmektedir. Zaten 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunun da “grev” hakkının verilememesi bu problemin bir gereği olan bir kısıtlamadır.

     Bir başka husus ise, tüm kamu görevlileri ile ilgili yapılan yasal düzenleme 657 sayılı yasa kapsamında olup; kamu görevlilerinin dahil olduğu sınıflar ve kariyer basamakları bu yasada belirlenmiş olmasına rağmen, yasanın özünde herkesin kamu görevlisi olduğu, patronun ise devletin kendisi olduğu hususudur. Buna rağmen kamu yönetimindeki üst, orta ve alt düzey yöneticiler ile yönetici olmayan personeller arasındaki hukuki pozisyon, “işgören/işveren” ekseninde hep tartışma konusu olmuştur. Yani, “işgören” ile “işverenin” kim olduğu üzerinde bir netlik bulunmamaktadır. Herkesin işgören olduğu bir kamu yönetimi yapısında, hak ve çıkarlar noktasında kim kiminle hak arama mücadelesine girişecek? Patron kim; çalışan kim?  Bu tür çelişler kamu görevlilerine yönelik çıkarılan yasa içinde bile kendini göstermiş bulunmaktadır. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu'nun 15.Maddesinde bazı meslek/kariyer mensupları sendikal haktan mahrum bırakılmışlardır.  Silahlı kuvvetler ve kolluk mensupları ve üst düzey bürokratlar hakkındaki bu özel sınırlamanın nedeni, bu meslek mensuplarının özel durumu ile ilgili olduğu, temel bir gerekçe olarak ifade edilmektedir. Yani, üst düzey bürokratların doğrudan devleti yöneten karar süreçlerinde yer almaları nedeniyle, bir nevi “işveren” durumunda olmaları bir gereklilik olarak görülmektedir.

     Bu yazının kaleme alınmasında asıl maksat ise, bizdeki haliyle(algı, bakış, uygulama ve sonuçlar itibariyle) sendikal faaliyetlerin özellikle eğitim kurumlarında, eğitim öğretim ortamlarının daha nitelikli hale gelmesi, çalışanlar arasında daha olumlu örgüt ikliminin oluşması, özlük haklarının kazanımı için makul ve etkili mücadelelerin verilmesi gibi personeli ve eğitimi ilgilendiren hususlarda bir faydası var mı sorularına cevap aramaktır.

     Yeni bakanımızın göreve gelmesiyle birlikte tüm toplum kesimlerinde şimdiye kadar pek alışık olmadığımız bir heyecan oluştu. Bakanımız çok duymak istenilip te, duyulamayan gerçekleri gündeme getirmeye başladı. Akabinde 2023 vizyon metnini uzman kadro ve ciddi bir emek ile hazırlayıp uygulama sürecine koydu. Bakanımız, daha önce tanıdığımız kendi özel kimliğiyle bağlantılı olarak, eğitimci müktesebatı ve müstakil/tarafsız düşünebilmesi nedeniyle gerçekleri rahatlıkla dile getirebilmektedir.  Daha öncede bir çok yazıda belirttiğim üzere 2023 vizyon metni manifesto niteliğinde bir metin. Ama, içinin iyi doldurulması gerek. Her şey iyi olsa bile iş dönüp dolaşıp bir noktada kilitlenir. Bu nokta ise “öğretmen” faktörü….Eğitim meselemiz ancak bu işe gönül veren, yeterliği, moral ve motivasyonu üst düzeyde olan öğretmenlerle çözüm bulabilir. Sistemden beklentisi/umudu sona ermiş, hak, hukuk ve adalet gibi yaşama dair en kritik kavramlar hususunda üst yönetimlerden umudunu kaybetmiş öğretmenlerin coşkulu çalışmaları beklenmemelidir.  Çalışma ortamlarında kendinin niteliğinden öte, tercih ettiği düşünce ve politik yönelimlerine bakılıp buna göre değerleme yapılıyorsa, böyle bir eğitim ortamında "eğitimden" söz etmek sahici bir yaklaşım olmayacaktır. Ülke olarak şu anda vatandaşlık temelinde ve Milli devlet kimliği ile düşünsel/politik ayrışmaları ve buna neden olan örgütlenmeleri masaya yatırmamız gerekecek. Devlet örgütlenmesi içinde her kişinin hakkı aynıdır, kimsenin kimseye üstünlüğü ve imtiyazı yoktur. Düşünce ve tercihi ne olursa olsun, yasalara uyduğu takdirde herkes saygındır. Bu öncül ifadelerden hareket ettiğimizde eğitim ortamlarında çalışma barışını bozacak yapı ve uygulamalardan uzaklaşmadığımız takdirde, hem toplumsal anlamda ve hem de eğitim adına doğru yönde bir ilerleyişimiz ne yazık ki olamayacaktır.

     Sayın bakanımız bu gerçeği en iyi bilenlerden biri olması nedeniyle, bu hususta şu şekilde bir açıklama yapmıştı: “Okul müdürlerini sendikacılar ya da siyasetçiler değil kariyer ve liyakat esaslarına göre MEB göreve getirmeli ki sadakat Devlet'e hizmet ise Millet' e olsun. Aksi taktirde okul müdürleri enerjisini sendikaya üye bulmak için harcadığından hem asıl işleri olan eğitim öğretime konsantre olamıyorlar hem de çalışma barışını ve kurum huzurunu bozuyorlar." Bu açıklama şunu gösteriyor ki, sistemin temel unsuru öğretmeni çalışma azmi ve heyecanından uzaklaştıran tutum ve davranışlar mevcut. Bu haliyle eğitim sektöründeki sendikal faaliyetler kendi mecrasına, asıl misyonuna yönelmediği sürece sisteme direk ya da dolaylı katkı sağlamayıp; doğal seyrinde yürüyen faaliyetlere bile ket vuracaktır.

     Bugün öğretmenlere sendikaların faydası üzerine bir anket yapılsa(ki bu aslında yapılmalı)  görülen o ki, sendikaların hoşuna gitmeyecek şekilde bir sonuç ortaya çıkacak. Bu sonuçlar aslında eğitim adına problem alanlarıdır. Gözlem ve tespitlerimiz ışığında şu sorulara ön yargısızca (özellikle sendika ile meşgul olan arkadaşlarca) cevap verilmesi gerekir.

Mevcut haliyle öğretmenlerin sendikalara üye olmalarındaki maksatları nedir?  

Öğretmen gözüyle (algısıyla) bakıldığında, okul yöneticiliklerine yapılan atamalarda ehliyet ve liyakat mi esas alınmakta, yoksa özellikle sendikaların müdahil olduğu algısı mı baskın?

Öğretmenlerin yöneticilerine güvenmemesinde ya da psikolojik anlamda çalışma barışının tesis edilmesine engel olan husulardan sendikaların bir etkisi var mı?

Okul yöneticisi ve öğretmenin farklı sendika üyesi olması durumunda, yöneticilerinin öğretmenlere farklı muamele ettiği algısı var mıdır?

Sendikaların uğraşı verdiği alanlar içerisinde çalışanların özlük haklarından öte; eğitim-öğretimin geliştirilmesine yönelik proje ile bilimsel uğraşı alanlarının oranı ne kadar? Hakikaten sendikaların meşguliyet alanı politik mi; eğitsel ve kültürel noktada sistemi geliştirmek mi?

Personel sendikaya girmediği takdirde kendini güvende hissediyor mu? 

     Bu sorulara verilecek sahici cevaplar ışığında meselenin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Birçok dostum sendikal faaliyet içerisinde ve hepsinin derdinin eğitim olduğundan kuşkum yok, ancak mevcut olgusal durumu anlamak için kişinin , kendi içinde bulunduğun/mensup olduğun dairenin dışına çıkması ya da meseleye farklı cephelerden bakması gerekecektir. Hangi görüş ve düşüncede olursak olalım eğitimciler/öğretmenler olarak birbirimizi sevmek zorundayız. Sevmek, çok üst düzey bir beklenti ise, karşıyı anlayıp değer verme seviyesinde bir anlayışı tesis etmek zorundayız. Birbirine kuşku ile bakan,  birbirine güvenmeyen kurumlarda/yapılarda müşterek hedefe gitmek hayali bir beklentidir.

     Özetle sendikalar, kamu görevlilerin belli kazanımları elde etme, mesleki dayanışma ve meslek kültürü geliştirme noktasında mühim ve gerekli bir örgütlenmedir. Ancak, işgörenle işverenin net olmadığı kamu yönetimi yapımızda(aslında belli) sendika mevzuatının açık, anlaşılır, işlevsel, çalışma barışını zedeleyerek uygulamalara fırsat vermeyecek şekilde düzenlenmesi gerekir. Kamu sendikacılığı gerçekten bir sendikacılık mı, gündemde olan eğitim problemlerine çözüm önerileri var mı? tartışmak gerekir. En azından böyle bir problemlerin olduğunun da farkında olunması, sorgulanması, çözüm bulunmaya çalışılması, duyarlılığın artırılması, sağlıklı bir kamu hizmeti ve kültürünün inşası noktasında bizlere fayda sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki, tarafgirlik algısı belli bir zihinsel denetim içerisinde tutulmadığı takdirde genellikle hak, hukuk, erdem ve ahlak hep ıskalanacaktır.

     İşin esası, mevcut halimizle “tüm kamu görevlileri” işgören; devlet ise işveren konumundadır. Bizde oluşan sendikal kültür ve sendika/memur bağlamındaki paradoksal/yönetsel çelişkiler, sağlıklı çalışma kültürü oluşturmaktan öte, basit çatışmaları bile kronik hale dönüştürebilme potansiyeli taşımaktadır. Bu tür problemlerin, özellikle yöneticilerimiz tarafından da bilinmesi gerekmektedir. 2023 vizyonu çerçevesinde bir hareket stratejisi belirlenmesi sürecinde en temel öncül, her kesimin birbirine güvenmesi, kendi arasında çalışma barışını tesis etmesi ve ortak akılla hedefe yürüyebilmesidir. Buna engel olan unsurların, nedenleri ve sonuçları itibariyle masaya yatırılması gerekir. Selam ve muhabbetle…

Zafer ÖZER-Eğitimci