İnanç/ilke/eylem bütünlüğünü sağlamak çok az kişinin başarabileceği bir meziyet olarak karşımızda durmaktadır. İnsanın belli bir değer/inanç taşıması ve taşıdığı bu değerlerin ahlaki noktada günlük yaşama yönelik hayat bulabilmesi, taşıdığı inancı içselleştirmesi ya da insan olarak bu bilinci “kendi”liğinden inşa etmesine bağlıdır. Yani inanç ve değerler kişide, zorla ikame edilen, ebeveynden miras kalan haliyle kaldığı sürece ilke/eylem bütünlüğü hiçbir zaman sağlanamayacaktır. İlk fırsatta verilen sözler, taahhütler, iddialar unutulacak, bir şekilde kazanılan pozisyonlar kişisel çıkarlar, istek ve arzular lehinde kullanılacaktır. Bu gerçeği ne yazık ki, yaşadığımız dönemler içeresinde sürekli olarak tecrübe etmekteyiz. Tüm değerlerin hedefinde olan, en çokta yokluğu ile sızlandığımız, hayatın olağan akışı içinde kişilerden göstermesini arzuladığımız (bazen ötekilerin şahsımızı, olmadığı yönünde itham ettikleri) ve genellikle hayal kırıklığına uğradığımız en temel kavramın ne olduğunu sorsak, muhtemelen hepimiz “ahlak” diyeceğiz. 

         Genel anlamda ahlak, kişinin huy, tutum ve davranışlarının tamamına denir. İnsan davranış ve tutumlarının sonucuna göre iyi veya kötü ahlak şeklinde ayrılsa da, esasında ahlak olumlu ifadeye işaret eder. Kabul edilmeyen kötü/olumsuz davranış sergileyenlere kötü ahlaklı demekten ziyade ahlaksız kişi olarak tanımlanır. Ahlak esas itibariyle felsefenin temel uğraşı alanlarından biri olup, ''iyi'' ve ''doğru'' gibi kavramlar üzerinden evrensel ahlak kriterleri üzerine düşünceler üreten bir disiplindir. İyi, kötü, vicdan, ahlak yasası, kural, etik, irade ve ahlaki eylemler ahlak felsefesinin temel kavramlarıdır. Ahlakın hiçbir ön yargı/yaşanmışlık olmadan dünyada olup biten ya da her gün içinde yaşadığımız ilişkiler ağındaki tutum, tavır ve davranışların ahlaki olup olmadığını değerlendirip karar verebilecek nesnel ölçütler var mı? Bu ölçütleri kim nasıl belirlemeli, ahlaki davranışlar toplumdan topluma değişiklik göstereceğine göre, tüm insanlığı kuşatıcı evrensel ahlaki davranışları kim nasıl belirleyecek, belli bir toplumun kendi içindeki ahlaki görülen değer/davranış velev ki insanlığın ortak vicdanın kabul etmeyeceği türden; hatta insanın kendi varlığına zarar verecek tarzda davranışlar olması durumunda  nasıl bir tavır takınılmalı, soruları esas itibariyle ahlak felsefesinin konularıdır. İşin teorik/kuramsal kısmını felsefe üstatlarına bırakarak, bizi/toplumu ilgilendirdiği kadarıyla günlük yaşam içinde düşünce ile eylem arasındaki çelişkileri/zıtlıklara kafa yoran ortalama bir bireyin ahlak üzerine aklına takılan, sorması muhtemel bazı konuları tartışmaya açalım.

         Hayatın sıcak yönüne yönelik olarak, günlük yaşamda tanıdık/tanımadık kişilerle olan ilişkilerimiz(diyalog, alış veriş, arz/talep, hak/hukuk vs.) bizi bazen üzer, bazen sevindirir, bazen şaşırtır, bazen korkutur ve bazen de hayal kırıklığına uğratır. Her zaman duygusal gel-gitler yaşarız. Bu duygular içinde insanı en çok çöküntüye uğratan şey, kendilerine ahlak/değer olarak önemli misyonlar yüklediği kişilerin(arkadaş/dost/kardeş/lider vs.) hiç beklemediği davranışlar sergilemeleri. İhanete uğramak, iftiraya uğramak, aldatılmak, adil olmadıklarını fark etmek, kısaca ahlakilik olarak tanımladığımız davranışları, değer verdiğimiz kişilerde görememek ciddi anlamda insanı yıkıma uğratır. Hele hele inanç/ilke/eylem tutarsızlıklarının, değer eksenli öğretileri çokça gündeme getirenlerde görülmesi, meselenin öyle geçiştirilecek bir problem olmadığını gösterir. Bunun nedenlerini sahici/samimi olarak ortaya koymak çoğu kez cesaret ister. Sahici ve samimilik inandığın değerlerin (bu inancın farklı kategorileri/türleri olabilir) doğruluğunu da sorgulamana yol açacağı için, çoğu kez kalıplar halinde bize sunulan savunma mekanizmalarına sığınarak olayı geçiştirmeye çalışırız. Bazen tüm yaşamımızın bir yalan olduğu hissine de kapılırız, ya da öyle olduğu gerçeğinden hep kaçarız.

         Bazı sorgulamalar yapmak gerekirse: İnsanlar belli toplumsal yapılar içinde doğar ve o toplumun ahlaki noktada kabul görülen davranışlarını sorgulamadan kabul etmek zorunda kalırlar; bu yapılar dar alan informel yapıdan, karmaşık alan formal (homojen/heterojen-cemaat/cemiyet-köy/şehir) yapıya değişim gösterir. Her değişim aynı zamanda dönüşmeyi(nitel/nicel) zorunlu kılar. Her dönüşüm sürecinde insanlar arasındaki ilişki/iletişimi belirleyen daha önceden kabul edilmiş inanç, tutum ve davranışlar sorgulamaya tabi tutulur. Ve eğer bu tutum ve davranışlar özgür iradeyle, belli bir zorlama olmadan içselleşiyorsa kabul alanına girip kişinin ahlaki noktada tutarlı olmasını sağlar ve bu zemin üzerinden tüm insanlığın kabul alanına girebilen evrensel değerler ortaya çıkar. Kişi eğer bu değişime direnirse, örneğin -bu davranış ilkesi benim inancımın gereğidir diyerek kendi düşüncesinde olmayanlara adil/vicdani davranmıyorsa yani ahlakiliği kendi dairesindekilere özgü bir davranış olarak görüyorsa ne yapmak gerekecek? Bu tutum daha çok Yahudi teolojisinin inanca dair esası olarak görülmektedir. Yani on emirde, -öldürmeyeceksin derken, -kendi Yahudi kardeşini öldürmeyeceksin, diğerleri zaten insan türü olarak görülmediği için ölmesinde sakınca yok, gibi bir anlayış hakimdir. Şimdi bu ve benzer düşünceleri, tüm inanç/töre/aidiyet vs. dairelerin dışına çıkmış biri olarak, yani safi insan vicdani olarak düşünüp karar vermek bizi evrensel vicdana ve bunun sonucu evrensel ahlaka götürecektir. İnancın tekil ve sezgisel bir tercih olmasına rağmen ve aynı inanç dairesinde olsa bile hiçbir insanın inançsal kabul/çıkarımlarının aynı olamayacağı gerçeğini göz ardı ederek, kendi gibi düşünmeyeni dinden çıktı hükmü vererek, satırla adam kesen (deaş)işitçileri nasıl değerlendireceğiz. Keza devlet kademelerinin yüksek mevkilerinde bizim adamlarımızın olması Allah’ın isteyeceği bir şey, bu kademelere alımlarda, kendi adamlarımız adına  soru çalmak, torpil ve  yapmak hırsızlık, yanlış/haram/kötü bir şey değil; bilakis din düşmanlarının(bizim dışımızdakiler zaten hidayete ermeyenler) önünü kesmek ve kendi(imanlı) adamlarımızı işe almak suretiyle hayır/sevap işliyoruz, diyen fetöcülerin bu halini nasıl değerlendireceğiz? Eğer kendimize ve çocuklarımıza bir iyilik yapacaksak bela/musibet gelmeden önce bunların fark edilmesi gerekir. Bunu ancak düşünen, tartışan, sorgulayan ve kısa vadeli bireysel hesapları olmayan kişiler yapabilmekte..

         Bu ve sayıları oldukça çok olan benzer örnekler üzerinden ahlaki davranışların aslında hür/bağımsız bir akıl/vicdanla evrensel ölçütleri rahatlıkla kendimiz geliştirebiliriz. Zaten herkesin mutabık kaldığı evrensel insan hakları ilkelerini bu şekilde geliştirilmiştir. Dünya sadece bizden ve bizim gibi düşünen/inanlardan ibaret olamayacağına göre, barış, huzurlu ve sağlıklı bir yaşam için, yine tanrının bize bahşettiği akıl/vicdan sayesinde ortak değer/ortak doğrular üzerinde mutabık kalabiliriz. Elbette herkesin eşit değerde olduğunu kabul etmek şartıyla….

         Bir diğer problem alanı, ahlak ilkelerinin(ahlakiliğin) dışa bağımlı olması mı, yoksa insanın özgür iradesiyle kendi bilincinin/vicdanının ürettiği şekliyle mi sahici ve tutarlılık gösterip göstermeyeceği.. Kişi ahlaki davranışları anne babadan/çevreden miras olarak alır. Bu davranışların zaman içersinde kişide tutarlı hale gelmesi için kendi özbilincinde içselleştirmesi gerekir. (İnaç literatüründe tahkik) İçselleşmeyen ya da insan doğasına ters olan ahlaki öğretiler/prensiplerin sahiciliği ve kalıcılığı olamayacağı gibi, onu taşıyan kişilerin çok yönlü kişilik geliştirmelerinin zeminini hazırlar. İnsan doğası ve vicdanı ile desteklenmeyen her davranış/ilke/buyruk hep taklit aşamasında(çocukluk evresi) olacaktır.  Dışa/otoriteye bağımlı ahlakın ekseni yoktur; vaziyete göre eksen(fırıldak karakter) değiştirir. Ekseni olmayan şeyler(değer/tutum/davranış),  her aşamada bağımlı olduğu otoriteden referans almak zorundadır. (Bu geleneksel olarak her şeyi bir üst iradeye sorma işidir/fetva alma) Bugün doğru dediğine yarın yanlış diyecektir. Tutarsızlık ve çelişki üzerine inşa edilen değer ve tutumlar, sağlıklı/barışık/dinamik insan ve toplumsal yapı oluşturamaz. Kişiler hep kendi içinde çatışma yaşadığı gibi, o bireylerin oluşturduğu toplum üyeleri birbirine hiçbir zaman güven tesis edemez ve sürekli manipülasyona maruz kalır; çünkü nesnel düşünme yetileri törpülenmiştir.

         Şöyle durup bir düşünelim; uzaktan yakından tanıdığımız kişilerden hangilerinin tutarlı ve güvenilir olduğuna bir bakalım. Başımız dara düşse kimlerden beklentisiz yardım gelir. Ya da bir hakikatin ortaya çıkması konusunda sizin hakkınızda nesnel olarak değerlendirme yapabilecek kişilerde ne gibi özellikler vardır?, hangi dünya görüşüne mensup kişiler(aynı dünya görüşünde olmasanız bile) hakkaniyet ölçüsüne daha çok dikkat eder? zan üzerine, ötekileştirme üzerine size iftira atabileceğinden korktuğunuz kişiler var mı, bunlar daha çok kimlerdir? Muhtemelen iddia ile eylem arasında farklılıklar bulmuşsunuzdur. Kişi hayatın olağan akışı içerisinde, her karşılaştığı olay sonrası takınacağı tavrın doğru olup olmadığını hep birilerine sorma gereği duyuyorsa, oradan gerçekten ahlak ve doğrular çıkabilir mi? Neden değerlerin fazlaca lafazanlığını yapan kişilere güven daha azdır? Neden hep toplumumuzun ikiyüzlü olmasından şikâyetçiyiz? Soruları üzerinden sahici sorgulamalar yapmadan, gerçek cevaplara ulaşmamız pek mümkün gözükmektedir.

         Burada tartışmaya konu olan hususlar, her gün pratik hayatımızda karşılaştığımız ve bizi üzen, toplumsal barışı zedeleyen konular olup; nedenleri, sonuçları ve çözüm önerileri üzerinde daha fazla durulması, kafa yorulması gereken konulardır. Bu alana dair analizlerin samimi, sahici, akli ve bilimsel yapılması gerekir. Ne yazık ki, ezberlerimizi bozmadan daha sağlıklı bir kişilik ve sosyal yapı oluşturmamız pek mümkün değil. Düşünen, tartışan, soran, sorgulayan, okuyan, araştıran, bağımsız düşünebilen, birbiriyle uzlaşma zeminleri arayan, kendini imtiyazlı/kutsanmış görmeyen, birbirine saygılı, canlı/cansız tüm varlığa değer verebilen, barış içinde yaşamayı becerebilenler zümresine erişmek dilek ve temennisiyle… Sağlık ve huzurla kalın…

Zafer Özer-Maarif Müfettişi