Herkesin birkaç maskesi vardır. Kendisini kendisinden, başkasından gizleyen maskesi.

İyi bir insanın kendisini anlatamadığı için başkalarının yürekten tebessüm eden yüzüne taktığı maske.

Ya da kötü bir insanın kaybettiği ruhuna taktığı maske.

Oysaki maskeler huzursuz eder, ürkütür, insanı insana düşman eder. Maske riyadır, maske ihtirastır. Maske sahte beceridir, perdelenen yeteneksizliktir.

Hal bu ki maskelenmiş bir yüz yalnız gözleri gizleyemez. Gözler ise kişinin aynası, ruhu, bedeni.

Başka bir ifadeyle kendisi, kendi. Maskeler yalan söyler, karartır, kanatır, üstünü örter.

Peki, maskesi olmayan kim?

Kendisi, kendi olabilen. Gözlerde gözleri yalan söylemeyen. Hangi yana dönse kendini görebilen.

Vicdanı olan, vicdanlı olan. Vicdanı olanın maskesi yoktur.

Filozof der ki;

"İnsan olarak doğdum, Türk ve Müslüman oldum. Şimdi ölmeden önce yeniden insan olmaya çabalıyorum."

O halde sen de maskeni çıkar, vicdanının eşliğinde yeniden insan olmaya çabala.

Lübnanlı şair, yazar ve düşünür Halil Cibran, Kum ve Köpük adlı eserinde şöyle der:

“Yedi kez aşağıladım ruhumu.

Birincisi, yükseklere ulaşmak için, onun itaat ettiğini gördüğümde.

İkincisi, sakatlar karşısında topallıyormuş gibi yaptığımı fark ettiğimde.

Üçüncüsü, kolaylık ve güçlük arasında seçim yapıp kolaylığı seçtiğimde.

Dördüncüsü, bir hata yapıp başkalarının da hata yaptığı düşüncesiyle avunduğumda.

Beşincisi, sabrını kendi gücüne mal ederek zayıflıktan dolayı hiçbir şey yapmadığımda.

Altıncısı, kendi maskelerimden birinin söz konusu olduğunu anlamadan bir yüzün çirkinliğini hor gördüğümde.

Ve nihayet yedincisi, bir ilahi okuyup bundan bir erdem sahibi olduğumu sandığımda.”

Oysaki kendi olamamış birey ve toplumlar için en büyük tehlike yığın(sürü ) psikolojisine alışmaktır. Kayıtsızlık, aldanma-aldatılma, koşulsuz biat ve itaat, lideri kutsama,  her koşulda iktidarı övme gibi özellikler yığın psikolojisinin en belirgin hastalıklarıdır. Bu hastalıklardan kurtulmak düşüncede ve sanatta ilerlemeye bağlıdır.

Yapmış olduğumuz okumalardan ve elde ettiğimiz deneyimlerden şunu iyice anlıyoruz ki paranın ayarı bozulunca toplumun da ayarı bozuluyor. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu toplumun ayarı bozulmasın diye kapıkulu askerlerine ve devlet görevlilerine üç ayda bir ulufe dağıtırdı. Buna rağmen Koca İmparatorluk paranın ve toplumun bozulan ayarını yine de düzeltemedi ve çöktü.

Sürekli bir kargaşa, bir olumsuzluk, bir başkaldırı isteği, taraf olma zorunluluğu, güçlüye yaslanmanın kanıksanmış hazzı, her eleştireni ihanetle suçlama dürtüsü, iyiyi, güzeli görme ve konuşma; kötüyü ve çirkini örtme mecburiyeti var toplumun önemli bir kesiminde.

Oysaki biz toplum değiliz; toplum da biz değil. Birey fikren ve ruhen özgürleştiği zaman erdemli bir toplum olmanın hazzına varılabilir.

Voltaire, düşünme yeteneğini kaybetmiş toplumları “pek çok kişi kendi başına düşünmek yerine otorite tarafından yönlendirilmeyi talep eder ve dolayısıyla önceki kadar karanlıkta kalır; insanlığın çoğu aydınlanmayı hak etmez” biçiminde ifade eder.

Her şeye rağmen yine de hükmedenler için homurdanan kalabalıkları uysallaştırmanın çok farklı yolları vardır.

Değersiz ve küçük maddi şeylerle yapılan dokunuşlar, kutsal ve kutsanmış değerler üzerinden yapılan hamaset, öncülerin, başların madden ve manen beslenip doyurulması gibi eylemler yüzlere bir değil birkaç maske takılmasını kolaylaştırır. Gerisi pamuk ipliği gibi gelir zaten.

Peki, hükmedilenler hükmedenler tarafından kendilerine vurulan prangalardan nasıl kurtulacaklar?

Biat ve itaat etmek yerine, sorgulayan, şüphe eden, efendileri kutsamayı terk eden, kendisiyle inançları ve ideolojileri arasına aracılar koymayan, insanlara şöhretine, sermayesine bakarak değil; ehliyetine, liyakatine göre değer veren elbette ki bu prangalardan ve boyunduruklardan kurtulacaktır.

Bunları yaptığı zaman kölesi olduğu efendilerinin birer budala olduğunu anlayacaktır.

Meseleyi daha aykırı bir önerme üzerinden daha anlaşılır olması için izah etmeye çalışalım o zaman.

“Düşünme özgürlüğünü yitirmiş kalabalıklar seçtikleri temsilcilerin çıkardığı her yasanın doğruluğuna koşulsuz inanırlar.

O halde seçilmiş temsilciler "Allah yoktur" diye bir yasa çıkarmış olsalar düşünme özgürlüğünü yitirmiş kalabalıklar o yasanın doğruluğuna yine koşulsuz inanırlar.”

Bu önerme üzerinden mesele enine boyuna tartışılabilir.

Sürekli bir düşman arayışı içinde olma, bulunan düşmanı toplumun önüne atıp linç ettirme stratejisi günü kurtarmaya yetebilir. Oysaki günler çabuk geçer. Her gündüzün arkasından bir gece gelir.

Ayrışma ve çatışma dili tarafları besler. Siyaset kurumu, geleneğin dışındaki fikirlere bilerek ve isteyerek tahammül edemez. Farklılıkların bir zenginlik olduğu ise sadece bayramlarda hatırlanır.

Aynı şekilde siyasal ve toplumsal olayların özümsenmesi karşısında birey kavrayış yeteneğine göre farklı pozisyonlar alır.

Meseleyi ilk kavrayanlar kalabalıkların arkasından gidenler olurken, sorularla anlamaya çalışanlar sürünün ortasından, meselenin üzerine örtmeye çalışanlarsa sürünün önünden yürüyenler olur her zaman.

Çünkü ganimete ulaşmak için ön saflarda olmak gerekir.

Bir ülkenin asıl düşmanı yapay gündemlerle oluşturulan düşman değil; asıl düşman yoksulluktur, yolsuzluktur, rüşvetçi düzendir, liyakatsizliktir, adaletsizliktir, hukuksuzluktur. Bu savaşı kazananlar milletin de gönlünü kazanır.

İlerlemiş demokrasilerde parlamento halkın yetkisini krala devretmez. Ancak Mezopotamya'da hukuk ve adalet işleri beklenenin fersah fersah uzağındadır. Burada halk yoktur onun yerine teba vardır. Çünkü teba itiraz etmez, boyun eğer; hak aramayı düşünemez. Ondandır ki bu coğrafyada parlamentolar yetkiyi krallara devreder!

Oysaki eşitliğin yasayla kişisel bir mülkiyete dönüşmesine karşın eşitsizlerin nicel çoğunluğu karşısında eşit azınlıkların boyunduruğuna girme arzusunun devletle değil kabile kültürü ile ilgisi vardır.

Çünkü kabile toplumlarında kısa çöp nedense her seferinde eşitsizlere isabet eder.

Ve bir toplum için en büyük tehlike kokmuş, çürümüş ve etrafa yayılmış sahte bir hikâyeyi alkışlamaktır.

Haklı olan karşısında haksız olduğunu ele geçirdiği otorite ile örtme çabası güçlü olmanın değil, olsa olsa zayıflığın, düşkünlüğün bir dışavurumudur.

Çoğu zaman da olayları ve olguları daha iyi anlamak için zamana ihtiyaç duyarız.

Ancak bir yazı, bir söz, bir hikaye, bir resim, bir film yada bir fragman anlamayı ve kavramayı kolaylaştırır.

Ve her durum güncelliğini koruyarak bir döngü halinde yaşanmaya devam eder.

Bernard Shaw, “kibar ve asil olmak için yalnız üç üniversite gerekiyor. Birini dedeniz bitirecek, birini babanız, sonra da siz” diyerek insanın olgunlaşma serüvenini kısa ve öz bir şekilde özetler. Bir toplumun ve bir devletin olgunlaşma serüveni de buna benzer.

Birey olgunlaştıkça toplum da olgunlaşır. Toplumun olgunlaşması da devletin olgunlaşması demektir.

Aklın yerini duygular, kavramların yerini imgeler alırsa toplum hafızasını kaybeder, doğru düşünmeyi unutur.

Cündioğlu, slogan veya klişe, düşünmenin en rezil hasmıdır, der.

Nietzsche, tanrı öldü demez, öldürüldü der, çünkü hakkı ve hakikati önce müminleri katleder.

Ve nedense her zaman bir mucize bekliyoruz. Her seferinde bir mucizenin varlığına inanıyoruz ve her şeyi bir mucizeye bağlıyoruz.

Oysaki asıl mucize o an yaşanılanın ta kendisi değil midir?

Faruk YILDIZ

Eğitimci-Yazar