“Laiklik, öncelikle fiziksel anlamda yaşamda kalmanın, insan olarak özgür yaşayabilmenin ve ikiyüzlü olmak zorunda kalmamanın teminatıdır.” 

       İnsan çoğu kez yaşamına daha erken dönemlerde maruz kaldığı telkinlerin tesiriyle yön verir. Kabulleri, değerleri, inançları hep bu dönem içinde şekillenir ve yaşamına bu dönem içinde aldığı kültürün koordinatlarıyla değer katar. Lakin insan özellikle modern insan, bilgi kaynaklarının sınırsız olması ve tarih içinde yükselen/dönüşen bilinç seviyesiyle bu kabulleri teste tabi tutma fırsatını yakalar. Her aşamada düşünce ve kabulleri değişerek kendi yaşamına farklı rotalar çizer. Bu (düşünen) insanın kaçınılmaz bir kaderidir. Bu dönüşüm elbette herkeste aynı ve eşit miktarda olmaz. Kavrayış düzeyi ve şartların durumuna göre bazen düşünceler sabit, stabil kalmasının yanında; yaşam sonlanana dek değişim gösterme halini de (halden hale geçme) insanın özelliği olarak görmek gerekir.

       İnsan aynı zamanda inanç taşıyan bir varlıktır. Yaşamın bilinmezleri üzerine yapılan ontolojik sorgulamalar sonucunda, ona hazır sunulan (hazır paket) inanç esaslarını kabul ederek yoluna devem etmeyi tercih etmesinin yanında, zaman içinde kendi sorgulamaları sonucunda (tahkikat) kabul alanına giren ilke ve değerler üzerine inşa ettiği inanç esaslarıyla yaşama anlam vermeye çalışır. Yaşama anlam verme çabası her bireyde farklı şekilde tezahür eder. Meselenin kritik noktası, tam da burasıdır. Anlam çabası her bireyde farklı şekilde ve zamana bağlı olarak değişerek/dönüşerek, farklı duraklara uğrayarak tekâmülünü sürdürür.

       Farkındalık bilincinin düşük, herkesin aynı şeyi düşündüğü, bilgiye erişimin kısıtlı ve hatta hiç olmadığı toplumsal yapılarda “belli bir inanç” etrafında mutlu, huzurlu ve problemsiz yaşama imkanı mevcuttur. Hatta belli bir inanç etrafında dağılmadan birlikte durmak bir açıdan gerekli faydalı bir durumdur. Bu tür sosyolojiler daha çok ilk ve orta çağ toplum yapıları ile dar bölgelerde ve genellikle etrafıyla kısıtlı iletişim kuran toplulukların belli bir inanç etrafında bir araya gelerek oluşturdukları yönetim biçimleri için geçerliliğini sürdürebilir. Bu tür yönetim biçimleri, (birey olma bilincinin eksik, yetersiz ve hatta hiç olmadığı durumlarda) herkesin ne yapıp edeceğini daha üst zihinlere bıraktığı feodal ya da krallık rejimleridir. Bu yapılarda, farklı düşüncelerin, farklı inanç türlerinin olmaması nedeniyle, benimsenen mevcut inanç dairesinde herkesi daha da birlik halinde tutmak ve hatta bunu bir politika haline getirmek bir açıdan zorunluluktur. Tabi ki, sosyoloji, çağ, üretim biçimi, bilgiye ulaşım, insan davranışı ve beklentileri, gelişme, iletişim  vs. böyle kaldığı sürece…

       Yaşam sürekli bir devinim üzerine demişti Heraklitos… aynı minvalde, “dün dünde kaldı, yeni şeyler söylemek gerek” demişti, Mevlana…

       Zihinlerin hep aynı tarih, sosyoloji, çağ ve coğrafya üzerinde durduğunu zannedenler, daha çocukluk dönemlerinde özellikle telkinlerle öğretilen “mutlak hakikat” üzerinde herkesin uzlaşacağını ve bu uzlaşının sağlanması içinde kendilerine kutsal görev verildiğine inanarak, kendi gibi düşünmeyenleri kendi inanç sistemlerine çekmeye çalışırlar. Bu kutsi bir görevdir. Oysa fark edilmeyen şey, inancın tekil, sezgisel bir kabul olduğu gerçeğidir. Kişi, sizin kabul ettiğiniz inancın ana kimliğine evet dese bile, iş inancın ana akait esaslarından, ara detaylarına kadar sizin gibi düşünmeyecektir. Düşünmediği, düşünemeyeceği içindir ki, inanılan dinin farklı mezhepleri, mezheplere bağlı meşrep ve tarikatlar doğal olarak ortaya çıkmak zorunda kalmıştır. Aslında bir dine mensup olduğunu düşünen kişiler, o dinin belli bir yorumunu kabul etmişlerdir. Yorumlar üzerinde farklı odaklanmalar sonucu farlı sosyolojiler oluşabilir; lakin hiçbir zaman aynı yorum üzerinde uzlaşı gerçekleşemez. İşte bu noktada herkesin belli ilkeler üzerinde (ki bu inançlar üzerinde mümkün olamayan bir durum) uzlaşabildiği (ve daha çok yaşamın reel yönüyle) bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır. Bunun kaynağı da yine herkesin kabul alanına giren rasyonel ilkeler ışında yapılır. Örneğin bu ilkeler evrensel insan hakları zemininde oluşacak kavramlarla inşa edilir. Yaşama hakkı, özgürlük, yasalara bağlılık, adalet gibi temel kavramlardır.

       Bu ilkeler dışında metafizik değer alanları(öznel değerler) referans alınarak ortak bir uzlaşı bulmaya çalışarak yönetim biçimimi ve diğer kurumsal ilişkileri düzenlemeye çalışmak, samimi, gerçekçi/sahici olmayan;  yani insan doğasına uymayan bir tavır olması nedeniyle beraberinde birçok bireysel ve sosyal problemi gündeme taşıyacaktır. Belli kesimlerce anlaşılmayan, anlaşılmak istenmeyen şey tam da burasıdır. Öznel değer ve tercihler üzerinden huzurlu, barışık bir dünya tasarlamak, hayalden öte geçemeyen bir düşüncedir. İşte bu noktada, herkesi eşit vatandaş gözüyle değerleyen, rasyonel ilkelerle oluşturulan toplumsal sözleşmenin ortaya koyduğu bir yönetim biçimine ihtiyaç var; o da demokratik, laik hukuk devletidir. Bu şu demek değil, yönetim biçimi olarak sona erdik, artık başka bir sistem üretme ve geliştirmeye gerek yok. Tam tersine, insan bilinci ve buna bağlı ilişkilerin tekâmülü çerçevesince, tespit edilen eksikler üzerinden sürekli olarak yönetsel sistemlerin gelişiminin sağlanması gerek.

       İslam bilginlerinden Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ ın Şeriat ile ilgili bir değerlendirmesi vardı. Şeriatın % 75 i ulemanın kendi düşünceleridir. Yani toplumu düzenleyen hukuk sisteminin ekseriyeti alimlerin düşünce/yorumlarından ibarettir. Şimdi oturup düşünelim; hangi yorumu, niçin hayatın merkezine koymalı? Buradan uzlaşı ve barış çıkabilir mi?

       Bu kadar girişe ne gerek vardı. Bazı şeyler temellendirilmeden anlaşılması pek mümkün olmamakta. Hatta birçok farkındalık rasyonel/mantıki/teorik açıklamalarla da anlaşılamamaktadır. Okuma, anlama, kavrama, analiz ve sentez, kısaca yüksek kültürlü toplumlarda bir şekilde düşünme becerisine bağlı olarak, insana dair geliştirilen değerlerin/kavramların neliği fark edilebilmektedir. Bu beceriden yoksun toplumlarda farkındalık, ancak bir musibet/bela geldikten sonra anlaşılmaya başlar. Hatta başa gelen musibete bile farklı teviller yapılarak, hakikat savuşturulmaya çalışılır.

       Şimdi biraz pratik örnekler üzerinde duralım:

       Hani hep (gençliğimizde)  peşinde(gençliğimizde) koştuğumuz şeriatı ele alalım. Öncelikle yaradan bizden ne istemektedir. Bu hususta herkesçe mutabık kalınan bir değerler dizgesi var mı; varsa bile hangi noktalarda mutabık kalınmış ve bunun oranı nedir?

       Diyelim ki, böyle bir devleti inşa etmeye koyulduk. Hangi teoloji üzerine bir hukuk sistemi oluşturulacak? Bir Şia için kabul edilen hukuk ile bir Sünni hukuk birbiriyle uzlaştırılabilir mi? Yine diyelim ki, hadi Sünni hukuku ela alalım… Hangi mezhebin esasları üzerinde bir ceza ve kamusal hukuk tesis edilebilir? Bu soruların muhatabı sadece inanlarca verilebilir. Öte yandan bir din dairesine girip de, böyle bir hukuku benimsemeyenlerin durumu ne olacak? İnsanlara zorla bir şeyin dayatılması ne anlama gelir. Bunu empati yaparak kendi üzerimizde test edelim.

        Toplum sadece tek bir din üzerine yaşayanlardan oluşmamaktadır. Böyle bir toplumda farklı inanca ve farklı inancın farklı yorumlarına sahip kişilerin durumu ne olacak? Nasıl bir uzlaşı zemini çıkacak? Tüm bu sorulara hiçbir zaman olumlu cevap verilemeyecektir. Tarih zaten bu soruların olumlu cevaplarına ve bu cevapların inşa ettiği barışık bir topluma hiç bir zaman tanık olmadı. Hele hele artık çağın insanına bu paradokslar üzerinden barış iddiasında bulunmak kelimenin tam anlamıyla boş, hatta sonucunda hep insanı örseleyen, zulüm üreten bir yapıyı temenni etmekten başka ne olabilir?

       Belli bir din ve o dinin belli bir yorumu üzerine kurulan hukuksal yapılar, iki şey üretir. Böyle bir şeye inanmadığını alenen söyleyenlere karşı zulmetmeyi, zulme uğramamak için mecburi olarak kabul ettiğini söyleyen ikiyüzlü (dışa karşı başka, içinde farklı dünyaları yaşayan çok kişilikli münafıklar) insanları.

       Ve Son dönemlerde İran ve Afganistan’ da şahit olunan pratiklere bakıldığında görülen manzaralar, ortalama zekânın bile benimsemediği, en basit vicdanın bile kabullenemediği can acıtıcı olaylardır. Bu durumda oturup düşünmek gerek. Yaşam içinde insan unsuru hangi konuda uzlaşabilir, hangi konularda uzlaşamaz. Yaşamın kendi ile yaşam sonrası tahayyül ve öğretiler iki farklı fay hattıdır. Bunun ayırdımına varıp, düşünce, davranış/eylemlerimizi buna göre yapmamız gerekir. Laiklik de burada devreye giren hayati bir ilkenin adıdır.

      Özetle, demokratik hukuk devleti içinde geliştirilen seküler (laik) esasların kıymetini bilmek gerekir. Laiklik bu noktada, jakoben dayatmacı bir tarzda belli bir ideoloji ya da yaşam tarzını dayatmak olarak değerlendirmemek gerekir. Bazı olumsuz uygulamalar üzerinden, insanlığın geliştirdiği temel bir uzlaşı kültürüne tepkili olmak ilkesel, doğru bir yaklaşım olamaz. 

       Bu hususta Türkiye,  İslam toplumlarına örnek olabilecek birikim, tecrübe ve pratiklere sahip durumdadır. Geçmişte oluşan bir takım sosyo/politik arızalar üzerinden, vazgeçilmez, hayati bir ilkeye mesafeli durmak akil ve iyi niyetli insanların işi değildir. Daha güzel yarınlar için, yaşanan problemlerden ders çıkararak, akıl ve bilimin ışığında neyin güzel olabileceğine hep birlikte karar verebilme yeteneğini kazanmamız gerekir. Aksi durumu tecrübe edersek, gelecek nesillere yazık ederiz.

Zafer Özer-Eğitim Müfettişi