Bu coğrafyada yaşayan, bir şekilde muhafazakârlık (daha dar anlamda dindarlık) üzerine bir yaşam inşa etmeye çalışan ve buna kafa yoran kişilerin karşılarında problem olarak duran en temel konuların başında kutsal kitap Kur’an’ı Kerim’ in en doğru mealinin hangisi olduğu hususudur. Bu sorun, dün olduğu gibi bugünde sıcaklığını korumaktadır. İnsanımız doğal olarak inandığı dinin temel metni olan Kur’ anı Kerimi, yani Allah’ ın ne dediğini net olarak öğrenmek istemektedir. Lakin bu hususta ciddi bir problem var. İşin esası bu problem modern dönemlerin ortaya çıkardığı bir durum. Klasik anlamda İslam toplumları, dinin esaslarını Edillei Şeriye (Şeri Deliller) diye adlandırılan sınıflamanın son iki, hatta son aşamasındaki “Kıyası Fukaha” kategorisiyle öğrenme yolunu tercih(aslında başkada seçenek olmadığı için) etmişlerdir. Lakin artık zaman değişti ve Müslümanlar arasında dinin esaslarını doğrudan öğrenme yönelimleri başlamış olup; bu yönelimin birçok sebebi olmasının yanında, tarihi süreç içerisinde dine sonradan ilave edilen israiliyat ve hurafelerin gündeme gelmeye başlaması muhtemelen bu konunun ana sebebini oluşturmaktadır.  Neyin din esası, neyin din dinin esası olmadığı üzerindeki kafa karışıklığını giderebilmenin en doğru yolu olarak, dinin ana metni olan Kura’ anın (Kelamullah) ne dediğini doğrudan anlama yollarına yöneltmiştir. Bu durumda yapılacak ilk şey (ki tefsirler üzerinde de farklı ekol ve farklı yorumlar olması ve bu işin ileri düzeyde akademik çalışma gerektirmesi nedeniyle) sağlam ve iyi anlaşılır bir meal üzerinde Allah’ ın buyruklarını öğrenmek olacaktır.

            Konumuza dair temel sorunsala geçmeden önce iki ana ekol üzerinde kısaca durmak gerekir. Özellikle günümüzde İslam’ı /Kur’ anı anlama noktasında (geleneksel/pratikteki inanç ve uygulamalar dışında)  iki ana paradigma mevcut. Tekrar söyleyeyim, bu gruplama son dönem daha belirgin olarak gündeme gelen akademik bir alan olup, özellikle gençleri de kuşatan bir takım tartışmaların odağını oluşturmaktadır. Evrenselciler ve tarihselciler. Kendi içinde her paradigmanın, farklı yorumlama usullerine göre ara tanımlamaları da vardır.

            Evrenselci bakış kısaca, Allah’ ın Kur’ andaki ayetlerini belli bir sosyoloji, coğrafya ve zaman dilimine değil, insanın var olduğu tüm zamanları kuşatan emir ve yasaklar olarak kabul eder. Bu paradigma yine kendi içinde iki ana kola ayrılır; birincisi vahyin esaslarının literal anlamı ve bu anlamın her daim, olduğu gibi geçerli olduğunu benimseyen en arkaik görüş, diğer ise kuran ayetlerindeki anlamın bize anlatıldığı anlamda olmadığı, tarih içerisinde dinin esaslarından rahatsız olan ve din üzerinden menfaat sağlayan belli güç odaklarının Kur’ anın anlamını olduğundan farklı şekilde yorumladıklarını iddia eden görüştür.

       Tarihselci bakış açısı ise, Allah’ ın Akait(inancın ana esasları)  dışındaki emir ve yasaklarının tarihsel bağlamı olduğu; zaman, mekân ve kültürlerin değişimine bağlı olarak bu esasların değişebileceği ve güncellenebileceğini, daha çok insanın zamanla değişen bilinç düzeyi ve yine zamanla değişen beşeri ilişkilerin değişimine paralel olarak insani/vicdani eksende vahyin ana ilkeleri esas alınarak yorumlanması gerektiği düşüncesini esas alır. Bu alanla ilgili detaylar konunun uzmanları ile ana kaynaklara bizzat ulaşılarak öğrenilebilir.

       Tüm bu ansiklopedik kısa açıklamalardan sonra gelmek istediğim asıl husus ise; inancını tam ve doğu bir şekilde yaşamak için, neyin vahyin esası, neyin kültür değeri olduğunu bir Müslüman nasıl öğrenecek. Kısacası, Allah Kur’an’da gerçekten kullardan ne istemiştir? Sorusuna cevap bulabilmek için ne yapmak gerekir. İlk etapta bu sorunun cevabını, -Kur’an mealleri ve tefsir var, alıp okuyun, şeklinde olabilir. Lakin piyasada Kur’an’ın iki yüz farklı meali ve farklı tema ve ekoller üzerinden yazılan onlarca tefsir var. Durumun böyle olması özellikle yeni nesli doğal olarak bir takım farklı arayışlara yöneltmektedir.  

       Konumuza dönersek; bu konuya farklı açıdan bakan bir kitabı okurken zihnimde yeni sorular belirdi. Prof. Dr. Hasan AYDIN’ ın (Prof. Dr. Mehmet DAĞ ile birlikte) Felsefi Antropolojinin Işığında Hz. Muhammet ve Kuran” adlı eserinde kritik gördüğüm bazı hususları paylaşmak istedim. Buradaki maksadım, Hasan Hocanın açmaz olarak gördüğü problem alanlarıyla ilgili olarak yine alanında yetkin hocaların çözüm(bulabilirlerse) bulmasıdır. Herkesin, “benim dediğim/yorumum doğrudur” dediği yerden; herkesin, “bir hakikati ortaya çıkarmak için hep birlikte olmalıyız” noktasına ulaşmak gerek.

       Hasan Hoca bir felsefeci (İlahiyat/Kelamcı) olarak hakikaten kendi ustalığını bu kitabında da kullanmış. Kitaptan anladığım kadarıyla Hz. Peygamber döneminde kullanılan dil, dile ait anlam bilgisi, dönemin kültür yapısı, insani biliş ve mantık tam olarak bilinmeden Kur’ anın anlaşılması pek mümkün gözükmemektedir. Hasan hocanın tespitleri özellikle ilahiyat camiasınca, yine Hasan Hoca’ nın temellendirdiği derinlik ve yöntem üzerinden ele alınması, ortada olup biten tartışmaların çözümüne yönelik bir kapı aralar nitelikte.

       Kitabı özetlemek pek mümkün olmadığı için Hasan Hocanın kitabında özellikle altını çizdiği temel birkaç hususu gündeme getirmek istedim.

       Kitapta, biliş, dil-kültür ilişkileri bağlamında Kur’ anı değerlendirirken, “Dinsel bildirilerin(vahyin) ortaya konmasına zemin hazırlayan tarihsel olayların yanında, dil-kültür, dil-deneyim, dil-mantık ilişkisi ve ilk muhatapların bilişsel düzeyleri göz önüne alındığında, kutsal kitabın hangi toplumun dilini kullanmışsa, onun kültürünü taşıdığı, kullandığı sözcük ve kavramların tecrübi bir temele dayandığı, sınırlı bir anlatım olanağına sahip olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır”  şeklinde bir çözümleme yapmaktadır.

       Kur’ anın Oluşum Süreci ve Tarihsel Bağlamı, başlığı altında konuyu değerlendirirken özetle; “Nüzul Sebebi, mekki-medeni, nasih-mensuh olguları konusunda ortaya koyduğumuz veriler ve çözümlemeler, Kur’an’ın, genel içerik ve kapsamının ve onda savunulan zihniyetin nüzulünde etkin olan tarihsel ve yerel nedenler tarafından belirlendiğini göstermektedir.” Şeklinde yapılan yorum sonrasında, “Muvafakat-ı Ömer” olgusuyla birlikte, Hz. Muhammet’ in, toplumsal statüsünün değişimine koşut olarak, Mekke ve Medine dönemlerinde ortaya konan bildirimlerin(Vahiy) gerek dilsel biçem(üslup) gerekse konu yönünden farklılaştığı, nasih ve mensuhta olduğu gibi, niyet ve strateji değişince kimi yargıların değiştirildiği olguları göz önüne alınırsa, nüzul nedenlerinin ve niyetlerin, bildirilerin içeriğinin ve zihniyetinin yanında, dil-biçem gibi biçimsel yönünü de etkilediği ileri sürülebilir” şeklindeki açıklaması aslında, genel kabul gören gelenekçi paradigma tarafından da (anlatım ve yaklaşım farklı olsa da) kabul gören bir düşüncedir. Zira, Kur’ anın 23 yıllık bir sürede tekamül etmesine yönelik sunulan en temel gerekçe, vahiy prensiplerinin yaşamla entegre olması, değişen zaman ve tikel olgular üzerinden(bağlı) yeni hükümlerin ortaya çıktığı şeklinde açıklanmaktadır.

       Kitabın devamında, “Kuran’ a Göre Hz. Muhammed’ e Yönelik İtirazlar ve İstekler, Hz. Muhammed’ in Ayrıcalıkları ve Kur’an, Hz. Muhammed’ in İçsel Deneyimleri ve Kur’an, Kur’an’da Kölelik ve Cariyelik, Yaratılış Öyküsü ve İnsanın Serüveni, Kur’ anda Cennet, İslam Modernizmi ve Kur’ an” başlıkları altında oldukça detaylı açıklamalara yer verilmiş. İslam Modernizminin Doğuşu ve gelişimiyle ilgili tarihi seyr ve gerekçelerin açıklandığı kitapta, özellikle Fazlur Rahman’ ın yorum modeli ekseninde, ondan etkilenen ilahiyatçıların(Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk gibi) yorum biçimleri ele alınmıştır.

       Kitap elbette akademik kitlenin muhatap olacağı hacimde bir eser. Lakin günümüz dünyasında bireyselleşmenin yanında, her şeyin sorgulandığı ve bir daireye/kimliğe kolayca(düşünmeden) dahil olunamayacağı gerçeğinden hareket edildiğinde, inanılan dinin, kişilerden hakikaten ne istediğinin net ve anlaşılabilir şekilde ortaya konulması gerekecektir. Bu durumda Hasan Aydın Hocanın bu kitabında ortaya koyduğu açılım ve düşüncelerin masaya yatırılması, farklı argüman/düşünce ortaya koyacak ilahiyatçılarında (varsa) farklı açılımlarını ortaya koymaları daha berrak bir zihinsel ortama kapı aralayacaktır. Değilse, sen haklısın, ben haklıyım, sen şusun, ben buyum tartışmalarıyla enerjimiz boşa harcanacaktır. Selam ve esenlikler dilerim.

Zafer Özer