İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmemek için var gücümüzle hayata sarılıyor, daha bir hevesle kucaklıyoruz dünya nimetlerini. Bitimsizlik arzusu tüm hücrelerimizde tezahür etmekte; varlığımızın bir sonu olduğunu biliyor olmamıza rağmen, itina ile hep teğet geçmeye çalıştığımızı da göz ardı etmekteyiz. Yani farkında olma hali bizim için istenilen bir hal değil. Farkında olmamak yükümüzü hafifletmekte. Kolayı tercih etmemizin elbet bir sebebi olmalı. Neyin farkındalığına varmalıyız? neyi fark edeceğiz? nasıl fark edeceğiz? fark ettikten sonra ne yapacağız? nasıl ve kiminle hangi zeminde neler yapmamız gerektiğinin cevabını aramanın yanında; tüm bu soruların tek bir cevabının olmadığını da fark etmek ayrı bir farkındalığı gündeme getirecektir. İnsan olmakla nasıl bir serüvenin içine atıldığımızın farkında mıyız? Farkında olduğumuzu zannedipte, farkındalığın sorumluluğundan kaçmak ya da gereğini yapmamak, kendimizi gönüllü aldanmaya terk etmek değil midir? Bu sorular karşısında verilecek net bir cevabın olmaması da; neyin farkında olduğumuzu bize gösterir? Yahut olmadığımızı…

       Bu çatışmalar/çelişkiler devam edip dururken, bize bahşedilen hayatı hangi alfabeden okuyacağımıza dair bir belirleme yapmak gerekecektir. Mutluluk denilen şey nedir, buna dair seçilen semboller, ritüeller, kabullenişler bizi mutlu eder türden şeyler mi?  Ailemiz ve çevre tarafından önümüze sunulan yaşam programlarından hangisini seçmeli…Dalgalanan okyanus bizim için ne anlam ifade etmekte…Okyanusun hangi davetine icabet edelim; derinlere mi dalalım; yüzeyde kalmanın bir çaresine mi bakalım? Yüzeyde kalmak bizi kurtarır mı? Yanımızda bir hava destek unsuru olması gerekmez mi? En iyisi can simidi….Yüzme öğreneceğim derken ansızın teknik bir hata sonucu hayatı yarıda bırakmakta var işin sonunda. En iyisi dingin bir limana sığınmak…

      Şeyh Sadi’ ye sormuşlar insan nedir? “İnsan, Yek katre-yi hunest ve hezar endişe.” Bir damla kan ve bin dert. Bir damla kan bin derdi çekmeye namzet hazır beklemekte insan… Varoluşumuz bin derdi çekmeye mi bağlı; yahut, bin derdin çekimine göre mi anlam kazanabilmekte? Elbet bir anlamı olmalı dertlenmenin, elbet bir açıklaması olmalı binlerce derdi kendine muhatap alan insanın…Sınırlı zaman içerisinde, sınırlı mekanla kısıtlanan bir yaşama nasıl bir anlam yüklemeli ki binlerce dert çekmeye değsin.

       İnsan kendi varlığına dair çelişki ve problemleri çözmede çoğu kez aciz kalır. Daha çok bu çelişkilerin çözümü için kullandığı “yöntem” sonucu belirler.(yöntem, esasa yüklenen anlamı belirler ve şekillendirir)  Aslında her çözüm bir kabulleniştir. Korkular, anlamsızlık duygusu, güçsüzlük ve ölümden sonra ne olacağını bilememe gibi düşüncelere çözüm bulmada kullanılan ölçü, düşünenler için öncelikle salt aklın kendisidir. Bazen kabullenilen çözümler uzun soluklu olur; bazen de yeni bir çıkmazın başlangıcı olarak kendini gösterir. İnsan, her yeni çıkarım ve çelişki içinde bocalar durur. Yaşamın amacı ve ona anlam verme çabalarında özgür yansız bir düşünceye ihtiyaç vardır. Zihinsel cebelleşme sonucu kabullenilen çözümlerin insan açısından isabetlilik derecesinin yüksek yada düşük olmasını, kişinin ait olduğu, ortalık kurduğu çevre de etkiler. Kolektif kabuller, bazen bilinçli bir tercih; çoğu kez de düşünülmeden yapılan bir kabullenişlerdir. İnsanın anlam arayışındaki zihinsel temayülü, kendi zihin kapasitesinin elverdiği hacim ve kullandığı yöntemler belirler

       Erich From “İnsan, tarihsel çelişki ve çatışmalara karşı tepkide bulunma ve bunları kendi davranışları ile düzeltme imkânına sahiptir. Kendi varoluşundan kaynaklanan çelişki ve sorunları ise çözemez. Onlara karşı ancak değişik tepkiler gösterir. Bazen, süslenmiş ve güzelleştirilmiş olan sakinleştirici ideolojilere sığınır. Kimi zaman içsel huzursuzluğunu, aşırı bir aktivite (canlılık) ile aşmaya çalışır. Kendini, kendi dışındaki egemen güçlerin elinde edilgen bir araç haline getirip, özgürlüğün sorumluluğundan kurtulmak isteyebilir. Böylece kişiliğini ortadan yok ederek, huzura ulaşacağını sanır. Ama sonuçta yine huzursuz, mutsuz ve korku dolu olarak kalır.” Diyerek salt aklın açmazlarını gündeme getirir.

       Sokrates: “Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz.”, Schopenhauer: “Hayat, olması gereken bir şeydir ama bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur.”, Buda: “Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan kendini hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorundadır.” der.

       Cündioğlu: “Yaşamı seçmedik, ona maruz kaldık. Şaşkınız.” derken ne demek istemektedir. O halde maruz kalınan yaşamı anlamlı kılmak yine bize düşer. Peki hangi ölçüyle; bize söylenenler üzerinden mi, kendi bilincimizin ürettiği değerler üzerinden mi? Bitimli halimizle süreklilik arz edecek bir sabiteyi hangi kurala/ölçüye/yönteme göre belirleyeceğiz?

        Yoksa Kant’ ın aydınlanma yolunu mu tercih edelim: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. “Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü…”

         Bu konuda son olarak Tolstoy’ u dinleyelim: “40 yaşlarındaydım: Seviyordum, seviliyordum, iyi çocuklarım, büyük bir toprağım vardı. ünlüydüm, sağlığım yerindeydi, bedence güçlüydüm. Bir köylü gibi ekip biçilebilecek durumdaydım; on saat hiç durmadan çalışıyor, yorulmuyordum. Fakat birden bire hayatını duruverdi. Soluk alabiliyor, yiyor, içiyor, uyuyordum. Ama yaşamak değildi bu. Hiçbir şeyi arzulamıyordum artık. Arzulanacak hiçbir şey olmadığını biliyordum. Gerçeği bilmeyi hiç arzulamıyordum. çünkü gerçek, hayatın bir saçmalık olduğuydu. Uçuruma gelmiştim, önümde ölümden başka hiçbir şey bulunmadığını açık açık görüyordum. Ben; bu sağlam, bu mutlu adam, artık yaşamayacağını seziyordum. Görünmez bir güç hayattan sıyrılmaya yönetiyordu beni. Kendimi öldürmek istiyordum demeyece­ğim. Beni hayatın dışına iten güç benden daha güçlüydü. Eski hayat iste­ğine benzer bir istekti bu, ancak ters yönde işliyordu. Buna çabuk boyun eğmemek için kendi kendime karşı kurnazlık etmek zorundaydım. İşte ben, bu mutlu adam, her akşam soyunurken, yalnız kaldığım adamın do­lapları arasında kendimi direğe asmamak için, ipi kendi kendinden saklı­yordum. Şeytana uymak korkusuyla, silahımla ava gitmiyordum. Birinin yaptığı saçma bir şakaymış gibi geliyordu hayat bana. Kırk yıl boyunca ça­lış didin, ilerle, sonra da ortada hiçbir şey olmadığını gör. Geride hiçbir şey.. Kala kala çürümüş bir beden ve kurtlar kalacak benden.”

       Cemil Meriç : “Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.”

       Son söz:  seçeneklerin hangisi bize uygun?

Zafer ÖZER-Maarif Müfettişi