Kelimelere yüklenen anlamları, sadece sözlük marifetiyle anlamaya çalışmak yetersiz kalacaktır. Ya da kelimelerin kavramsal derinliğine nüfuz edebilmek ve bu anlamlara uygun davranış geliştirebilmek için belli düzeyde bilgi, birikim ve deneyim gerekir. Bütünü oluşturmak için bu unsurların ortak hareket etmeleri beklenir. Aksi durumda yapılan her açıklamanın pratik karşılığı olmayacak, ya da eksik kalacaktır. Bu minvalde Hak ve Lütuf kavramları üzerine birazcık eğilelim.

       İnsan tarihsel bir varlıktır. Kendini müstesna kılan akıl özelliğinin ortaya çıkması ve bu özelliğin tarihi seyir içinde gelişim göstermesi sonucunda, düşünme becerisi ve bilinç her aşamada olgunlaşarak günümüze kadar gelmiştir. Bilincin olgunlaşma serüveni özellikle aydınlana çağı dediğimiz son iki yüzyıl içerisinde farklı bir noktaya evrilmiştir. Yeni kavramların gündeme gelmesinin yanında, kavramlara yüklenen anlamlarda değişmeye başlamıştır. Örneğin, şunun şurası iki yüz yıl önce “hürriyet” kavramı; imparator/Sultan himayesinde ya da feodal toplumda yaşamını sürdüren ve dünyayla alakası sınırlı olan biri için pek bir anlam ifade etmeyecektir.

      Aynı minvalde hak, hukuk, özgürlük, eşitlik vb. gibi kavramlar belli bir düşünme eşiğine gelmemiş bireyler için yine bir anlam ifade etmeyecektir. Yaşamı, sadece yaşamda kalma üzerinden değerlendiren ve yaşama dair tüm çabasını (Aristoteles’ in kümes yaşamı) yeme, içme, barınma, bürünme ve üreme üzerine kurgulayan insan toplulukları için yaşamı daha nitelikli hale getirme gibi bir endişesi olmayacaktır.

       Gelelim “Hak ve Lütuf” kavramlarına; Bu kavramlar da gelinen bilinç düzeyiyle ele alınması gereken kritik kavramlardır.

       Hak kavramını insan hakları bağlamında ele aldığımızda, insanın doğuştan getirdiği ve sonradan kendi emeğiyle ortaya koyduğu haklar olarak kabaca iki ana kategoriye ayırabiliriz. Temel haklar olarak nitelenen insanın doğuştan getirdiği haklar; yaşama hakkı, güvenlik hakkı, köle olmama veya zorla çalıştırılmama hakkı, işkence edilmeme hakkı gibi hakların yanında;  ana teması özgürlük olan, düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, basın ve haberleşme özgürlüğü yerleşme ve seyahat özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğünü sayabiliriz.

      İnsanın sonradan kazandığı haklar ise, kendi ilgi istidat ve yeteneği doğrultusunda kendi çabasıyla edindiği haklar olarak değerlendirilmektedir. Örneğin, (tartışmalı da olsa) mülkiyet hakkı, mesleğini icra etme ve yasların ona verdiği haklar çerçevesinde kendi çabasıyla edindiği tüm haklar bu kategoride değerlendirilebilir. İnsan haklarının ne olduğu zaten İnsan Hakları evrensel Beyannamesinde ve akabinde güncellenen sözleşmelerle belirtilmiştir.

       Lütuf ise, sözlük olarak önem verilen, ihsan ve yardım, sayılan birinden gelen bir iyilik anlamlarına gelir. Meseleyi teoloji ekseninde, tanrının kullarına yardımı, iyiliği olarak, ya da daha güçlü, yetkin ve imtiyazlı bir iradenin, daha güçsüzlere (her hangi bir ölçü ve hukuk olmadan) herhangi bir şeyi kendi belirlediği oran ve miktarda vermesi olarak da tanımlanabilir.

       Başta da değindiğimiz gibi, insan bilinci belli aşamalıdan (her toplum ve bireyde aynı düzeyde olmasa da)  sonra belli eşiğe ulaştı. Bilgiye ulaşma, bilgiyi yorumlama ve biginin oluşumuyla ilgili tüm parametreleri birlikte değerlendirerek kendi iradesiyle karar verme düzeyine geldiği varsayılmaktadır. Toplu halde yaşamak zorunda olan insan türünün, yönetsel açıdan da nasıl bir yönetim şekliyle yönetileceği hususunda paradigmal değişimler de gündeme geldi. Öncelikle insan, bir özne olarak kendinin değerli ve biricik olduğunu fark etmeye başladı. Kendi türü içinde hiç kimsenin imtiyazlı olmadığı, dünyaya gelen her insanın değerli olduğu, yaşamı kendi özgür iradesiyle kendinin şekillendirmesi gerektiğini fark etmeye başladı.

       Feodal yapı ya da kral himayesinde yaşayan topluluklarda mülkiyetin üst iradeye ait olması nedeniyle "hak" kavramı gündemde olan bir kavram değildir. Tüm yetki ve yaşama dair ayrıntılarda tasarruf kullanma yetkisi, kendine kutsiyette atfedilen şeflere aittir. Bundan dolayı "kıymetli" olan şefin kendisidir. Tebanın varlık nedeni şefin varlığına endeksli. Teba sadece nesneden ibarettir. Kısaca kişilerin yaşamda kalmaları şefin lütfuna bağlıdır. Kimsenin doğuştan ve sonradan getirdiği hakkı yoktur. Lütuf her hangi yasal bir zeminde işleyen bir uygulama değil. Şef/Kral işine geldiğine ve istediğine, istediği kadar lütfedebilir. Kimsede bu uygulamayı eleştirme cüretinde bulunamaz ve hatta aklına bile getirmez. Hatta teba şefin kendilerine lütfetmesinden dolayı sürekli minnet halindedir. Bu uygulama kendi gerçekliği (çağ ve çağın insanı) üzerinden değerlendirsek olağan bir durum. Her şey gibi çağda yerinde durmuyor. İnsan zaman içinde kendi aklını kullanabilme yetisine yavaş yavaş ulaşıyor. Kendini fark edişle birlikte, genişleyen özgülük alan yeni kavramları gündeme taşıyor. Hak, hukuk, özgürlük gibi…Ve tabi ki bu kavramların yaşam bulmasını sağlayan üst yönetsel kavram olan demokratik hukuk devletini gündeme getiriyor.

       Düşünen insan doğal olarak olup biteni sorgulamaya başlar. Yani, tür olarak kimsenin kimseden üstün olmadığı, hakkın herkeste doğuştan eşit ve çaba ile kazanılabilir olduğu fark edilmeye başlıyor. Haklar lütuf değil, insanın doğuştan ve sonradan edindiği, devredilmeyen, müdahale edilememesi gereken değer ve kazanımlardır.

       Demokratik hukuk devleti, bireyin haklarının yasa ile teminat altına alan sistemin adıdır. Burada kimseye bir imtiyaz yoktur. Her şeyin güvencesi hukuk sisteminin kendisidir. İnsanlık bu merhaleye gelene kadar kendi türünü yeterince örseledi. Buna rağmen hala, kendine tebaa, nesne muamelesi yapılan eski dönemlerin özlemi içeresinde olabiliyor. Bunun elbette birçok nedeni var. Tüm nedenleri bir cümlede özetlersek, kişilerin (kendinin de pek bilemediği) birilerince çocukluk dönemlerinden itibaren sistematik olarak özgür düşünme yetilerine prangalar vurmaları ve bunun sonucunda yetkinleşemeyen iradelerin, yine köle davranışına devam etmeleri olarak değerlendirilebilir. Bazen iyi düzeyde eğitim almasına karşın, hala saltanat yönetimlerini savunan birilerinin olmasının başka bir izahı olmasa gerek.

       İnsanın doğayla ilişkisinin sadece yaşamda kalma olarak görüldüğü zamanlarda ve kendi iradesiyle harekete edebilecek yetkinlik, imkân ve fırsatın olmadığı coğrafyalarda, hak ve özgürlük türevi kavramların olmaması anlaşılabilir bir durum. Lakin, onca serüven ve emek sonrası gelinen noktada bu kavramları itina ile ıskalamaya çalışmak, akıl alabilecek bir şey değil.

       Ülke olarak bu merhalelerden, yani lütfa bağlı yönetim biçiminden “hak” temelli demokratik hukuk devletine geçiş yaptık. Tabiatıyla insan davranışları bir anda değişemiyor. İnsanın kendi özgür iradesiyle kendi karar verme aşamasına geçebilmesi için, belli bir kültürel olgunluğa; bunu sağlamak için de iyi bir eğitime ihtiyaç duyar. Cumhuriyet tarihi boyunca eğitim işinde öylesine temel hatalar yapıldı ki, halen belli noktalarda patinaj yapmaya devam ediyoruz. İnsanımızın ne evrensel, ne de yerel değerler noktasında istenilen düzeye getiremediğimiz rahatlıkla söylenebilir. Özgürlüğü öne çıkaran demokratik yapının daha da güçlendirilmesi gerekirken, geçerliliği eskide kalan "lütuf temelli" yönetim biçimlerine meyledenlerin halen olmasını anlamak hakikaten çok zor. Temennimiz, hep aynı zeminde patinaj yapma halinden bir an önce kurtulmamız. Vesselam…

Zafer Özer-Eğitim Müfettişi