Hayatı, mahkûm olduğumuz zaman ve mekâna bağlı devinim ve değişim döngüsünde olup biten ve buna bağlı detayları fark edebilme çabası olarakda tanımlayabiliriz. İçinde doğup büyüdüğümüz çevre, kişi ve olaylar bizim mekân algımızın sınırlarını (çerçevesini/çapını) tayin eder. Tasavvur hacmimizde mekâna göre şekillenir. Küçükken dünyanın sınırını/hacmini gözümün görebildiği yerler olduğunu zannederdim. Bu sınır genellikle dağların bulutlarla birleştiği yerlerin ötesine geçemiyordu. Birazcık büyüyünce kasabamızın dışında da başka insanların yaşadığını fark etmiş; ortaokul dönemlerinde ülkemi kısmen tasavvur edebilir hale gelmiştim. Meğer yaşadığım ülke ve yaşanılan dünya o kadar da küçük değilmiş. Bilebildiğim ötekinden başka da ötekilerin yaşadığını fark etmeye başlamıştım. Bu durum aslında biraz geç kalmış bir fark edişti. Hayatın geneline dönük tüm fark edişlerin geç kalmış olması, birçok şeyin eksik kalması/algılanması anlamına da gelmekteydi. Bunların telafi edilebilmesi, çoğu kez mümkün olamamaktadır. Eksiklerin tamamlanmasını ya da var olan eşitsizliklerin telafi edileceği yer ve nokta konusunda insan genellikle hep bir endişenin içinde bulur kendini. Yaşarken hangi eksiklik ne oranda telafi edilebilir, var olan eşitsizliklerde tam ve kusursuz bir eşitlenme mümkün müdür? Bu soruya verilen iki ana cevap arasında insan hep bocalar durur.

       İnsandaki ölümsüzlük arzusu, kendinin bu işten muaf olacağı ümidine dönüşür. Yani belki bir istisna olabilir ve ben yaşamaya bitimsiz olarak devam ederim. Lakin akıl bunun olmayacağını defaten söylese de; var olan yüksek arzu ölüm gerçeğini ıskalama eğilimindedir. Ama hep bir korku vardır. Hele hele her hangi bir sebeple yaşama erken veda etme ihtimali sürekli olarak ağız tadını bozar. Bazen ölüm gerçeği, sık sık yaşanan olumsuzluklar sonucunda daha belirgin olarak kabul alanına girer. Evet öleceğiz ölmesine de, ne olur -yaradan sıralı ölümler versin ya da -sağlıklı uzun ömürler versin gibi temennilerde bulunulur. Dua’nın bir eylem olarak insan da tezahür etmesi; aslında bu alemde sürekli kalmayacağımız gerçeğinin fark edilişi olarak değerlendirilebilir.

       Hayatımıza dair nitelikleri belirlerken de, yaşamımızın sürekliliği ve sonlanması üzerindeki gerçeklikler temel belirleyicilerdir. Aramızda oluşan sorunlar, sorunların krize dönmesi, yahut çözülmesi hep zihinsel fark edişlerimizle alakalı konulardır. Diğer bir belirleyici unsur fark edişlere yüklediğimiz anlamdır. Varlığın mekânsal anlamda ötelenmesi, bu ötelenmenin bize yüklediği sorumluluklar ve inandığımız değerler (eşitlemeler) kendi içimizde çözüm ürettiğimiz kabullerdir. Bazen insan bu kabulleri arasında çatışmalara girer; kabul alanlarını sağlıklı bir şekilde yürütüp, kendine bir liman bulamaz ise varoluş sancıları içinde debelenmek zorunda kalır. İç dünyasını darmadağın eden fırtınalardan kurtulmak için insan, kendine doğru bir rota bulması gerekecektir. Sağlıklı, sağduyulu bir şekilde kendinin ve dünyanın işletim sistemini öğrenerek, anlayarak, kavrayarak bir rota belirlemesi daha sahici bir yaklaşım olacaktır.

       Hayatın özüne/niteliğine dair tespitlerde ve yüklenen anlamlarda tekli bir gerçekliğin olmadığını da anlamak zor olmasa gerek…Yani insanların tek bir noktada uzlaşı sağlayabilmeleri pek mümkün olmadığı gibi, bu durum varlığın doğasına da aykırı taleptir. O halde kendi oluşturduğumuz hakikatlerle, bizim dışımızdakilerin hakikatlerinin ayrı olmaması durumunda ne yapmamız gerekecek? Çatışmalı mıyız; uzlaşmalı mıyız, ya da varsa bir uzlaşma bu nasıl sağlanmalı? Bazen nüanslar bile çatışma nedeni olabilmektedir. Genelde tercih edilen belirgin seçenek tahakküm kurma, yani çatışmayı sürekli hale getirme çabasıdır.

       İnsan türü olarak tek yumurta ikizlerinin bile farklı düşünebildiği, farklı tercihlerinin olabildiği bir yaşam bandı üzerinde, herkesin aynı tercihte bulunması gerektiği ve bunun için türlü yol ve güçlerle bunu sağalmayı kutsal bir misyon olarak görmenin ne derece zalimane bir düşünce olduğunu fark edebilmek o kadar zor olmasa gerek. Lakin tüm çatışma/cebelleşmelerin temelinde insanı aynileştirme ve tahakküm etme çabasının olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Bu noktada insan bilinci kendi huzurunu, sosyalleşerek ve kendi arasındaki ilişkileri belli kurallara(yasa) bağlayarak çözüm yolu bulma yolunu keşfetmiştir. Buna rağmen insan, yaşama veda etmek zorunda kalacağını bile bile her fırsatta yaşadığı dünyaya(insana, doğaya) zulmetmekten bir türlü vaz geçmemiştir.

       Tanıdık biri aramızdan ayrıldığı zaman birden ölüm gerçeğinin farkına varırız ve ona yönelik takındığımız yanlış tutum ve davranışlarımızdan dolayı bir ömür boyu vicdan azabı çekeriz. Yakından uzağa kendimiz ve herkesin bir gün mutlaka yaşama veda edeceğinin bilincinde olsak ve bu bilinç halini sürekli tutabilsek sanırım ilkel dürtülerimize daha fazla hakim olup, kendimiz ve kendi dışımızdakilerle daha barışık bir dünya inşa edebiliriz.  Şu an için çok kızdığımız, hakkında kötü düşünceler beslediğimiz birinin yarın aramızdan ayrılacağı bilgisi bize ulaşsa, o kişiye karşı nasıl bir duygu ve eylem içinde oluruz? Aklımızı ve vicdanımızı anlık değil, sürekli devrede tutalım. İnsanilik eşiği belki o zaman bir üst kategoriye ulaşabilir. Vesselam…

Zafer Özer-Maarif Müfettişi