Tanınmış bir kişinin ya da bir yakının ölüm haberini duyunca insan önce duraklar, şaşırır ve ilkin kabul etmek istemez. Zordur sevilenlerin kaybedilmesi. Topluma mal olmuş kişilerin ölüm haberleriyle ilgili olarak, farklı tepkilerde bulunur insan. Üzülür, sevinir ya da tepkisiz kalır. Ölümüyle birlikte herkesin üzüldüğü kişiler vardır. Bunlar kendisi, çevresi, ülkesi ve tüm insanlık adına güzel şeyler yapanlardır. Tanınan birinin ölümüne topluca üzülenler grubuna girmek istisnadır. Herkese faydası olan, yapıp ettikleriyle ülkesine ve insanlığa katkı sağlayan kişilerden olmak çok zordur. Bu özellikteki kişiler daha çok toplumsal ve bilimsel alanda herkesi kuşatan, herkese fayda sağlayan, değer ve bilgi üreten kişilerdir. Bunun yanında çok tanınmasına rağmen ve belki de insanlık adına güzel işler yapan, lakin tercih ettiği kulvarın doğasından dolayı belli kesimlerce sevilmesine rağmen, belli kesimlerce sevilmeyen kişilerde vardır. Bunlar (hepsi için söylenmese de), ağırlıklı olarak kapital ve politik figürledir. Bilim ve insana dair uğraş veren, bilgi ve değer üreten;  kendini ve ötekini kategorize etmeyen kişiler ise genellikle hep toplumun ekseriyeti tarafından sevilen ve saygı duyulan kişiler olmuştur. İşte Doğan Cüceloğlu Hocada sevilenler grubunda yer alanlardandı. O hep insanı ve insanlığını konuşturmuştu.

       Onu ilkin daha ülkeye gelmeden önce tanımıştık kitaplarından… İnsan ruhuna dokunmayı, insanı tanımayı ve insanı tanıtmayı çok iyi biliyordu. Tüm anlatı ve paylaşımlarıyla kendi arasında öylesine bir uyum ve bağlılık vardı ki, etkileme gücü olağanüstü yüksekti. Etkileme gücü yüksek olanların en belirgin özelliği, kişilik özellikleriyle almış oldukları formasyon ve uzmanlık arasında olabildiğince uyumun olmasıdır. Davranış bilimleri(sosyoloji, antropoloji, psikoloji ve sosyal psikoloji) konusundaki uzmanlığını, kendi usulü, üslubu ve sevecenliğiyle dinleyeni, okuyanı sıkmadan; onları ikna ederek sunabilmekteydi. Yapmacık değil, sahiciydi. Hocalığını konuştururken hedef kitlesinin durumunu, pozisyonunu, kültürünü, seviyesini, algısını hesaba katardı. Yani tavrı tahakküm edici, karşıyı küçümseyici ve edilgen hale getirici tarzda değildi. Paylaşımlarında şefkatin, samimiyetin sanki vücut bulmuş haliyle konuşuyor gibi hissederdi dinleyenleri onu.

       Ve daha önemli gördüğüm ya da bende oluşturduğu ve çağımız insanının hasret çektiği ayırt edici özelliği ise safi bir insan olmasıdır. İnsan ve insan davranışlarıyla ilgili analizleri ve buna bağlı çıkarımları neticesinde hedef kitlesine verdiği mesajların hepsinin evrensel nitelikler taşıması dikkat çekicidir. Tüm konuşma ve paylaşımlarında kendi düşünce, ideolojik ve inançsal tercihlerini hiç gündeme getirmezdi. Bu tavrı onun tüm kesimlerin hocası olma kimliğini taşımasında en temel neden olarak görülebilir. İnsanı analiz ederken, tanımlarken, öneriler sunarken en temel ölçütü yine insanın kendisini esas almış; daha işin başında insanı çevreleyip onu hapseden düşünce sistemlerinden hep uzak kalmıştır. Bu özellik onu herkesin kabul alanına girmesini sağlamıştır. Konuşurken, yazarken hep insan bilincinin gelişimine yönelik olarak, yine insanca söylemler geliştirmiştir. Bunları yaparken kendi kültürünün güzelliklerini hiçbir zaman ıskalamamıştır. Konuşmalarında bir öteki varsa, bu öteki hiç bir zaman insanı kategorize edip ötekileştiren değil; hep insanın kendi içindeki, insanın insan olmasına mani olan ötekileri gündemine alıp eleştirmiştir. Bu tavrı onu hep ayrıcalıklı yapmıştır.

       Yıllar önce okuduğum bir kitabından çıkardığım kritik bir mesaj vardı. Sağlıklı bir birey ve toplum inşası için söylemiş olduğu formül; “ait olan birey” şeklinde ifade edilmişti. Bu sözcük grubunu daha derin deşelersek altından kendiyle, birbiriyle ve ötekiyle barışık, kendini düşündüğü kadar toplumu da düşünen insanları bulabilir, bunun modellerini inşa edebiliriz.

       Doğan hocanın ölümü hepimizi üzdü. Onu zaten tanıtmaya da gerek yoktu. Herkesin tanıdığı bu güzel bir insanı sadece anmak ve ona ait bir iki metni paylaşmak istedim.

       Annen yok, kimsen yok…

       Annem hastalandı ve öldü diyorlar ama hep içimde ''misafirliğe gitti, bir gün sonra gelecek, iki gün sonra gelecek'' diye bakıyorum. üç gün geçti gelmedi, dört gün geçti gelmedi, beş gün geçti gelmedi. Ve bir gün dedim ki ''ben annemi bir daha göremeyeceğim''. Ölümün o zaman farkına vardım, bir daha göremeyeceğim. Ve kaçtım, mezarının yanına gittim. Ve orada annem, böyle kalakaldım. Annemi bir daha göremeyeceğim, öyle kalakaldım. Eve geldim, babamı gördüm ve dedim ki ''Allah’ım inşallah babam ölmez''. Çünkü ölümü öğrendim artık, ölünebiliyor. Babamın da kendine özgü sorunları vardı, o da dört yaşından beri babasız büyümüş. Bir gün bir şey yaptım ''niye öyle yapıyorsun'' diye bağırdı, ben kalakaldım ve enteresan bir şekilde çocuk aklımla şuna karar vermiştim: ''Annen yok, kimsen yok''. Ve böyle bir karar verdiğimi yıllar sonra anladım, annen yok kimsen yok. O zaman kimsen yoksa senin bir şey istemeye hakkın yok, sadece başkalarını memnun etmeye çalışırsın. Annen yok, kimsen yok….

       Ben ve Biz..

       “Denetim odaklı korku kültüründe yetişen birisi neyin özlemini çekiyor? Güçlü olmanın özlemini çekiyor. Çünkü hep güçlü olanlar ona şöyle yap, böyle giyin, şöyle gül, böyle yaz demişler. İçinde bir özlem var. Ne diyor.. ‘benim de bir gün sıram gelecek!’. Baba çağırıyor oğlunu diyor ki; oğlum bak evleniyorsun, çok şükür muradını göreceğim. bana babam söyledi ben de sana söylüyorum, ilk gece karının gözünü korkut. Kadına ne diyoruz? Kız, erkek kısmı kadir kıymet bilmeeez. Ayağına sen bas kız… ayağına sen bas nikahta. Kadının fendi erkeği yendi! Böylelikle birbirini denetleme üzerine bir ilişki kuruluyor. Ben bilicinde olan ‘ben’, ‘sen ilişkisi’ kurmak istiyor. Ancak Savaşçı yolculuğunda gittikçe şunun farkına varıyor, benim yaşamımın anlamı, benim sahip olduğum sorumluluklardan geliyor. Ve böyle olunca sen sorumluluğunu keşfetmeye başlıyorsun. Verilen sorumluluklar değil! Aldığın sorumluluklar oluyor bunlar. Sana verilen sorumluluklar değil. Mevki makamdan gelen değil. Gönlünden farkına varıp kendine biçtiğin sorumluluklarla ekibini keşfediyorsun. Vay benim şunu yapmam lazım. O sırada biz oluşuyor.”

       Güçlü bir yaşam için atılacak ilk adımlar:

     -Bugün bir defter alın; günlük gözlem ve anılarınızı yazmaya başlayın.

     -Her günün sonunda şu soruya cevap arayın: ‘Bugün yaşamımda ben kendim olarak ne kadar vardım?’ Sıfır ile yüz arasında bir sayı yazın. Çok düşünmeyin; içinizde ilk hissettiniz sayıyı yazın. Haftalık, aylık, yıllık ortalamalar alarak bu konuyu gözlemeye devam edin.

     -Kendiniz olarak var olamamanın kısıtlamaları sizin içinizde mi yoksa dışınızda mı yer alıyor? Bugün en belirgin temel duygularınız nelerdi? Bu duyguların her birini teker teker yazın ve duygularınızla sohbet edin. Onlara şunu sorun: ‘Duygum, senin kökenin nerede? Bana vermek istediğin temel mesaj ne? Geçmişimle mi, geleceğimle mi, yoksa bugünle mi ilgili bir şey söylüyorsun? Başkalarıyla mı yoksa kendimle olan ilişkilerimle mi ilgili bir şey söylüyorsun?’

       Ruhun şad, mekanın cennet olsun güzel insan…

Zafer Özer-Maarif Müfettişi