İnsan çoğu kez elindeki kazanımların değerini anlayacak ve bu değerlerin özgülağırlığını fark edebilecek pozisyonda olamıyor. Bir şeyin değerini anlamak onu belli kriterlere endeksli olarak değerlendirip değerleme(hüküm/tanım/puan) yapabilmesi için öncelikle belli düzeyde ve çok yönlü bilgiye/birikime, bu bilgileri sağlıklı değerlendirebilecek fiziki ve zihni ortam ile olay ve olgularla ilgili mukayese yapabilecek tecrübeye sahip olması gerekir. Okuma/yazma kültürü belli bir düzeyin üzerinde olmayan toplumlarda böyle bir ortam ve şartların olması pek muhtemel değil ne yazık ki. Yazılı geleneğin olmadığı toplumlarda hayata dair sorular ve oluşan problemlerin çözümü bireysel çaba ve araştırmalar olmayıp, o toplumda söz sahibi olan ve sayıları üç beşi geçmeyen akiller ile o toplumu yöneten kişilerdir. Modern dönemlerde özellikle günümüz toplumlarında bilgiye ulaşmadaki kolaylık ve birey olma düzeyindeki ilerleme bu tarz yaşamları devre dışı bırakmış olsa da, halen evrensel gerçeklik ve kabullerde sıkıntılar devam etmektedir.

       Neden bu girişi yapma gereği duydum? Paragrafın başında belirttiğim hususa bağlı olarak, insan tarihi süreçte birçok merhaleden geçerek düşünsel noktada geldiği bilinç düzeyine rağmen, hala dünün şartlandırılmış kabullerinden kurtulması pek mümkün olmamaktadır. Üretilen değerlere daha çok sahip çıkılması ve bu değerlerin geliştirilmesi beklenirken birileri farklı gerekçelerle mesafe koymaya çalışmakta ve hatta bu değerlerden dönüş yapmaya çalışmaktadır. Uygarlık adına üretilen her değer tamamlanmış(kemalat) değildir. Her aşamada geliştirilmesi beklenir. Ve insanın ürettiği değerler kendi dönemi için önemlidir ama kutsal değildir. Kültürün kutsanması beraberinde “ötekileri” gündeme getirecektir. Sürekli güncellenebilen şeyler insan bilincinin yani kültürünün ürünüdür. Bunlar bir sonraki evrede gelişerek değişecektir. Cumhuriyet’ de bu değerlerden biridir.

       Cumhuriyetin nasıl bir değer olduğunu anlatmaya çalışmaktan daha absürt bir şey olamaz. Eğer halen Cumhuriyetin ve Cumhuriyet yönetim şeklinin kurumsal modeli demokratik uygulama alanının nasıl bir kazanım olduğunu anlayamadıysak, başta eğitim sistemimiz olmak üzere temaslı olduğumuz yaşam alanlarında ciddi sorunlar var demektir. Öncelikle sorunların nerelerden kaynaklandığını anlamak ve bu sorunların oluş süreçlerini detaylıca analiz etmek gerekir. Yaşam bir bütündür, bireyin eğitim süreci örgün eğitim kurumlarında yürütülmeye çalışılsa da esas eğitim alanı bireyin içinde yaşadığı aile, çevre ve informal öğrenme ortamlarıdır. Okulun değer olarak anlatmaya çalıştığı kavramları, okul dışı öğrenme ortamları desteklemediği taktirde; hem her hangi bir kazanım ortaya çıkmaz, hem de kişi içince bulunduğu toplumsal ve siyasal yapıyla sürekli bir çatışma içince bulur kendini. Bu çatışma hali kişinin kendi kendisiyle de bir yaşam boyu devam eder. Öncelikle çatışmanın nedenlerine bakmak gerekir.

       İlk gençlik yıllarımızda Cumhuriyet yönetim sisteminin bize dayatıldığı, bu rejimin inancımızla çeliştiği, Cumhuriyeti savunmanın bizi küfre götürdüğü söylem ve sloganlarını çokça duyduk ve halen de duymaktayız. Duyduğumuz telkinlerin nereden, kim tarafından ve hangi maksatla söylendiğini pek düşünemezdik. İşin içinde garibanlık varsa ve devletin daha çok sert yüzünü gördüysek bize söylenenlere hemen inanıverirdik. Çünkü düşünme aşamasına hiç geçmemiştik. Bu söylenenlerin doğru olup olmadığını da anlayabilecek pozisyonda olmamamız nedeniyle; söylenenleri doğruymuş gibi kabul eder ve akabinde maruz kaldığımız telkinlerle hayatımızı (kendimizin belirlemediği) muhayyel hedeflere adamaya çalışırdık. Söze başlarken belirttiğim üzere, denilenlerin doğru olup olmadığını araştırıp, okuyup ve mukayese edebilecek tecrübeden yoksunduk. Gençliğimizi daha verimli bir şekilde değerlendirebilecekken, sloganların eşliğinde birbirimize hasım olup, sürekli cebelleşip ömrümüzü tükettiğimizin bile farkında değildik.

       Oysa insan bilincinin geldiği nokta ve buna bağlı ürettiği değerler yine onun müstesna yanının bir sonucuydu. İnsan düşünen bir canlıydı. Düşünmesi aynı zamanda kendi ontolojisini oluşturmasını, kendinin yaratanla münasebet kurmasını sağlamıştır. İnanma edimi aslında düşünme sonucunda oluşan bir karardır. Düşünmek, insanın bir medeniyet kurmasını, kendi hemcinsleri ve doğayla olan münasebetlerini sağlıklı bir şekilde oluşturmasını sağlamıştır. Bunun yanında inanan ve inancını yaşamak isteyenler bilgi kaynağına ulaşma açısından yetkin olamamalarından dolayı inanca dair esaslarını bildiğini zannettiği kişilerin inisiyatifinde kalmaktadırlar. İnanca dair tüm pratik alanlar aslında yorumdan ibarettir. Sonuçta her yorum insan ürünüdür. Ontoloji ile sosyoloji arasında nasıl bir bağ kurması gerektiğini bilemeyen insan bir şekilde birilerinin yorumlarını tercih etmek zorunda kalmaktadırlar. İnanca dair negatif yorumlar insanın doğal ilişki seyrine ket vurup, makul ve akılcı davranmasını engellemiştir. Örneğin İslam inanç sisteminde yaratanın yönetsel anlamda bir model önerisi varmış gibi gösterilmesi. Gençlik yıllarımızda saltanat ve halifelik sistemi bizlere dini inancın bir gereğiymiş gibi anlatıldı. Biz de inanırdık bu söylenenlere, çünkü meseleyi bilecek ne malumatımız vardı ne de olup biteni anlayacak tecrübemiz. Yıllar sonra anladık ki, inancımızın bizden istediği bir devlet modeli yok, inancımız bize ilkesel, dünyayı imar edecek, barış içince yaşayacak çerçeve prensipler/normlar sunmakta. Örneğin adalet, hak, hukuk gibi…Bu kavramların içini doldurma işi yine bizim tercihimizde olan şeylerdi. Yeri gelmişken bir ilahiyat profesörünün hilafet ve saltanat ile ilgili yaptığı değerlendirme/tanımlamayı aktarma gereği duydum.

       - Hilafet: Hz. Muhammed' in ölümünden sonra hortlayan kabileciliğin (Kureyş) ve dini hamiyetin 30 sene boyunca(4 halife dönemi) siyasal meşruiyet arayışı ve bulamayışı sonucu iki halifenin öldürülmesi.

       - Saltanat: Siyasal meşruiyet arayışının Bizans ve Sasanilerden etkilenerek ve zorbalıkla bir klana (Ümeyyeoğulları/Emeviler) tapulanması,

       - Her ikisinin de "İslami" rejim-sistem sanılması: Kaos ve travmaların kaynağı

       Netice itibariyle, Cumhuriyetin nasıl bir kazanım olduğunu(bir takım çifte standart pratikleri örnek alınarak değil) ve neden sahip çıkılması gerektiğini yeniden düşünmek gerekir. Bir takım olumsuz örnekler üzerinden insanın inşa ettiği değer alanlarını, kavramları, yöntemleri sanki daha iyisi varmışçasına sürekli eksik göstermeye çalışmak bizi sadece kayba uğratır. Düşünen toplumlar elde ettiği değerin kıymetini bilir ve onu sürekli geliştir. Cumhuriyetimizin 97. Yıldönümü hepimize kutlu olsun.

Zafer ÖZER-Maarif Müfettişi