İnsan-Tekâmül-Yönetim:

       İnsan, dünya hayatına belli bir bilinç düzeyini haiz olarak başladığından itibaren kendisini sürekli olarak gelişme ve dönüştürme faaliyetinin içerisinde bulmuştur. Binlerce yılın her aşamasında tekâmülünü sürekli devam ettiren tek varlık olması onu müstesna yapmaktadır. İnsanın varoluşsal nitelikleri onu kendi türüyle, müşterek hareket etmeyi zorunlu kılmaktadır.  Müşterek yaşam beraberinde kural ve kaideleri bunun neticesi olarak da, örgütlenme, organize olma, eşgüdüm, yönetim gibi kavramları doğal olarak gündeme getirmiştir.  Tarih sahnesine çıkışla beraber ortak hareket etmenin vasıtası olarak benimsenen yönetim aygıtının nasıl olacağı ve kimler tarafından işletileceği, yine insanın zihinsel tekâmülüne paralel olarak gelişimini devam ettirmiş; en son aşamada ise, (birçok tartışmayla birlikte) “Cumhuriyet ve demokrasi” noktasına ulaşmıştır.  

       Tarihsel sürecin detayları, derin ve akademik bir konu olması nedeniyle, bu konuya fazla girmeden, Cumhuriyet ve Demokrasinin nasıl bir kazanım olduğu, bir rejim olarak Cumhuriyetin, halen neden anlaşılamayıp tartışıldığı üzerinde durmak gerekir.

       Öncelikle, bilmek gerekir ki, insanın ürettiği her değer tartışılmalıdır. İnsan, kültürel bir varlıktır. İnsanın, kendi ürettiği değeri bir üst merhaleye taşıyabilmesi için, zaten sürekli tartışması gerekir. Lakin, insanın çoğu kez beceremediği şey, ürettiği değerler üzerinden yaptığı tartışmaları, kavgaya ve bilahare birbirini yok etme noktasına taşımasıdır. İnsan, zihinsel gelişimine bağlı olarak, ürettiği değer yargılarını baskılamaya çalışan varlık olmaktan, bireysel olarak ahlak, erdem gibi değerlerin inşa edilmesiyle birlikte, devlet aygıtının evrensel/insani/hukuksal normlar zemininde, herkesin söz sahibi olduğu bir evrilmeye doğru yol almıştır. Söz sahibi olma görevi, yönetim erkinin kaynağı ve kimde olması gerektiği hep sorun olarak karşımıza çıkmıştır. Erk kaynağının ilahiliği ve insaniliği ile buna neyin/kimin temsil edeceği, halen tartışma konusudur ki, günümüzdeki tartışmaların nedeni bu husustaki farklı anlayışlardan kaynaklanmaktadır.

       Sanayi/aydınlanma öncesinde insanların yaşam şekli homojen bir düşünce/inanç üzerine köy tipi ya da feodal örgütlenme şeklinde kurulmuştur. Şehirleşme olgusunun gündeme gelmediği toplumlarda günlük yaşamı düzenleyen dinamikler, herkesçe kabul edilen değerlerce ve yönetsel olarak akil insanların öncülünde yapılmaktaydı. Bir yerleşim yerinde (köy) okuma yazma bilenin sayısı bir elin beş parmağını geçmez ve her hangi bir konuda kararı sadece herkesin kabul alanına girmiş, güven tesisi etmiş(mektep medrese görmüş) kişilerce yapılmaktaydı. Bilmeyenin çok, bilenin az olduğu ortamlarda doğal olarak yönetim erki bilenlerin himayesinde olacaktır. Karar verebilmek için asgari bilgi, tecrübe ve birikim olması gerek. Yani her toplum kendi doğasına uygun olarak kendi yönetim modeli ve kurallarını belirlemiştir. İlerleyen dönemlerde şehirleşme olgusunun gündeme gelmesi, toplum katmanları arasındaki bilgi tecrübe kısaca zihinsel donanımın eşitlenmeye başlamasıyla birlikte klasik normlar ya da yönetim erkinin nasıl belirleneceğine verilen cevaplar değişmeye başlamıştır. Malumat arttıkça bilinç doğal olarak gelişim gösterecektir. Aklı merkeze alan aydınlanma hareketinin temelinde kısaca,  bilincin gelişimi diyebiliriz.  

İnanç ve Yönetim:

       İnsan yaşamı devam ettiği sürece ontolojik sorgulamalar sürecektir. Bu sorgulamaların çözüm yolu bilimden ziyade dindir. En basit anlamda insan günlük yaşamını düzenlerken, daha üst düzey politik tercihleri belirlerken inancının esaslarını kendine referans yapar.  Bu aynı zamanda yönetsel erkin kaynağının ne olacağına dayanak teşkil eder. Lakin, unutulmamalıdır ki insan değişken ve tercihleri her daim farklı olan varlıktır. Bu noktada yönetsel erkin kaynağının akıl mı, yoksa tanrının misyonunu temsil eden vekillerin mi olduğu hususu tartışmanın konusu olmuştur. İslam inanç sisteminin özüne ya da ilk uygulamalarına baktığımızda vahiy ve onun pratik uygulayıcısı Hz. Peygamber,  günlük yaşam içerisindeki ilişkileri ve yönetsel anlamdaki kararları ashabı ile birlikte aldığını görmekteyiz. Hz. Peygamber vefatından önce hiç kimseyi kendinin yerine vekil bırakmamıştır. Hz. Peygamberin bıraktığı miras, dünya işlerinin, yönetsel ve sosyal ilişkilerin nasıl yürütüleceğine ilişkin esaslardır. Bu esasların kaynağı olarak vahyi göstermiştir. Zaman içerisinde özellikle saltanat yönetimleri kendi meşruiyetlerini halk indinde kabul ettirebilmek için inancın esaslarına ilaveler/yorumlar/teviller yapmak suretiyle, İslam inancını özünden uzaklaştırmışlardır. O günden beridir de, İslam dünyasının iki yakası bir türlü bir araya gelmemiştir. Ve halende doğru sorgulama yapılamadığı için aynı hatalar sürgit devam eder durumdadır. Din, doğası gereği uzlaştırıcı ve bireysel noktada erdemi arttıracağı yerde, farklı kaygılar(güç, sermaye, tahakküm) nedeniyle ayrıştırmanın ve toplumu maniple etmenin aracı olmuştur. 

       Öncelikle din bireysel bir tercihtir. Bundan dolayı yaradan insanı özgür bırakmıştır. Kur’ anın emirleri/tavsiyelerini diğer kutsal kitaplardan ayıran ve onu istisna yapan temel farklılıklar yeterince anlaşılmış sayılmaz. Yaratan Kur’a nı akıl sahiplerine gönderdiğini sürekli vurgularken, muhatap aldığı insanın hayatı, olayları ve Kur’ anı doğru anlayabilmesi için “-düşünmez misiniz? …” gibi uyarıları sürekli olarak yapar. "O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizden yeryüzünü imar etmenizi istedi". (Hud/61) ayetine bakıldığında, Yaradan insandan bir kenara çekilip mistik bir yaşamı emretmediği rahatlıkla görülür. Yaradan Kur’ anda yeryüzünü imar etmenin yollarını tek tek açıklamaz lakin, bunun nasıl yapılması gerektiğini ona bahşettiği akıl/düşünce vs. ile yapmasını tavsiye eder ve bu noktada onu hem sorumlu hem de özgür bırakır.  Prof. Dr. Hüseyin ATAY, “İslam Milletlerini bu günkü duruma düşüren üç sınıf olduğunu söyler. Birinci sınıfın bin dört yüz yıllık siyasilerin, İkinci sınıfın cahil halkın ve Üçüncü sınıfın da yeteneksiz din öğreticileri olduğunu, bu üç sınıfın Kur’an dan ayrı düştüğünü özellikle belirtir. Atay Hoca açıklamasını şöyle devam ettirir:  

        “Kur’an dan önce ve Hz. Muhammed’ den önce Yüce Tanrı’ nın elçilere gönderdiği vahiy doğru iman ile yanlış imanı düzeltmekti. Ancak, Hz. Muhammet’ e gönderilen iman değil bilim idi. Bilimde yanlış olmaz, olursa onu herkes anlar, imanda yanlış olursa onu Tanrı’ dan başkası anlamaz. Bunun için Kur’an da iman ettiklerini söyleyenleri Kur’ an yalanlamaktadır. İman bilime dayanırsa onu kimse yanlışlayamaz. Kur’ anın evrensel bir mesaj olarak üç ilkeye dayanmaktadır. Birincisi, Kur’an’ın kendi sözlü deyimleridir. Bunlar insanlığın geniş tarih boyunca öz akıllı insanların buldukları ve anlattıkları evrensel ilkelere, bir de tarih boyunca yüce Tanrı’ nın gönderdiği elçilerle deyimlediği sözel ve evrensel ilkelerden özetlenen deneyimli akıllı çıkarımların sözle Kur’ andaki deyimlemelerine dayanır.” demektedir. Görüldüğü üzere, Yaradan bireye kendi yaşamını dizayn ederken içinden her eylemi için fetva aramayı emretmemektedir. İnsana, hayatın olağan akışı içerisinde akıl, fikir ve bilgi ekseninde problemlere kendinin çözüm bulmasını söylemektedir. Yönetim şeklinin de ne olacağının bu minvalde değerlendirilmesi elbette insanın karar/tercihleriyle oluşturulacaktır. Yaradan insana, kendi saadeti için tüm insanlığı kuşatan evrensel ilkeler sunmaktadır.

       Seksenli yıllarda daha iyi Müslüman olmak için yola çıkan gençliği maniple eden siyasal oluşumların slogan olarak kullandığı bir ayet hep aklıma gelir. Maide 44. Ayet; “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler Kafirlerdir”  Bu ayete sığ bir akıl ve eksik bir malumatla bakıldığında ya da öyle dikte ettirildiğinde nasıl bir vahametle karşı karşıya kalındığını İslam dünyası yaşayarak görmektedir. Allah insana, günlük yaşamındaki  ilişkilerinde hak ve adaletle davranmayı, hak, yetim hakkı yememeyi, zulüm yapmamayı emretmekte. Bizler ise bu ayeti devlet yönetimine indirgeyerek okuyor ve tüm yaşantımızı bu bulanık çıkarımla düzenliyorduk. Dolayısıyla biz ve öteki ikileminde kendiyle cebelleşen yığınlar halinde gençliğimizi boşa harcıyorduk. Bu durumdan belli güçler elbette avantaj sağlıyordu.  

Cumhuriyete Geçiş Serüveni:

       Fransız İhtilaliyle başlayan ulus devlet süreci ve eş zamanlı olarak aydınlanma hareketine karşı sahici bir argüman geliştiremeyen ve hep kendi içinde cebelleşmeye başlayan Osmanlıda ne yazık ki isabetli bir teşhis ve çözüm yolları bulunamamıştır. İnanç noktasındaki “muhafazakâr” hal, aklı hep öteleyerek nakli esas alan bir epistemoloji üzerine inşa ettiği zihin, batıyla bahşedemez bir noktaya gelmiştir. Osmanlı devleti 1700 li yıllardan itibaren iyi gitmeyen bir şeyleri fark ederek yenileşme hareketlerine özellikle 3. Selim döneminde başlamış, 2. Mahmut döneminde ivme kazanmış, Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülhamit dönemlerinde Islahat hareketleri ve meşrutiyet serüveniyle devam etmiştir. Yönetsel noktadaki çözüm arayışlarının birinci aşaması olan meşrutiyet serüveni, kendi evrimini tamamlayıp doğal olarak Cumhuriyetle zaten sonuçlanacaktı. Buradaki tartışma konusu daha çok devrimlerin yapılış usulüyle alakalı fikir ayrılıklarıdır. Asıl uğraşı alanı bu noktadan itibaren başlaması gerekiyordu. Toplum yeni hale; yani kendi kendini nasıl yöneteceğinin yollarını öğrenmesi gerekiyordu. Bu süreç sağlıklı bir şekilde yürütülemedi. Devlet ile toplum arasında, belki de kasıtlı olarak mesafeler oluşturulmasına yönelik uygulamalar gündeme geldi. Yeni yönetim şeklinin niteliğini, nasıl bir değer ve kazanım olduğunu toplumun anlayabilmesine yönelik usulleri belirlemede problemler yaşandı. Toplumun kültür düzeyinin geliştirilmesi ve yeni sisteme uygun kurumların buna göre inşa etmesi hususlarında bir takım yanlış kararlar alındı. Süreçte oluşan problemlere rağmen cumhuriyet anlayışı halk indinde temel bulmaya başlamıştır. Bu noktadan sonra Türk toplumunun geçmişle sürekli cebelleşmek yerine bundan sonrasının Türkiye’sini daha mamur hale nasıl getiririz? sorusuna cevap bulmakla meşgul olması gerekir. 

Cumhuriyet Hayati Bir Kazanımdır:  

       Hayatımızı hep din merkezli oluştururken, aklı kullanmayı ve veriler ışığında aklın gereklerini yerine getirmeyi Allah’ ın emri olduğunu anlayamamak gibi bir halin, sağlıklı bir hal olmadığını fark ettiğimiz zaman umarım işler yoluna girecektir. Ülkemde Cumhuriyet/demokrasi yönetim şekliyle cebelleşmenin arka planında, bu yönetim şeklinin dinimize uygun mu değil mi tartışması yatmaktadır. Öncelikle bu zihinsel problemin doğru bir epistemolojiye oturtulması gerek. Bu konuda olumlu gelişmeler olsa da, halen kat edecek çok yol bulunmaktadır.

       Cumhuriyet ve demokrasi kavramları aynı adresi tarif etmektedir. Cumhuriyet genel bir yapı, demokrasi ise bu yanının iç işleyiş mekanizmalarıdır. Demokrasi, bu yapının organizma haline gelmesi olarak ta tanımlanabilir.  İnsan onuru, bilinci ve tercihinin esas alındığı demokratik sistemlerin daha sağlıklı ve tanımlandığı gibi işleyebilmesi için vatandaşların, “kendi kendilerine” doğru karar verebilecekleri asgari yeterlik ve kültür düzeyine ulaşmaları gerekir. Bunu da ülkenin eğitim sistemi sağlayacaktır. Eğitim sistemi homojen bir anlayış üzerine kurulu toplumsal yapı talep etme yerine, yerel değerleri de inkar etmeden evrensel değerler üzerinde kurgulaması gerekir. Böyle yapılmaz ise uzlaşı noktası bulunamaz ve sürekli birbirini ötekileştiren toplum kaçınılmaz olur. Devletin dini adalettir. Cumhuriyet rejimi bunun teminatıdır. Bu teminatı hukuk devleti ilkesi ile anayasal uzlaşı zemininde herkesi kucaklayarak ve hiç kimseye imtiyaz tanımayarak gerçekleştirir.  Bu yapıda her vatandaş eşittir. Devletin öncelediği bir yapı ve kurumda zaten olmaz. Toplumsal uzlaşı ancak bu şekilde tesis edilebilir. İşte bundan dolayı yüz yıllık demokrasi kazanımızın farkında olmak ve bunu genç nesillere aktarmak zorundayız. 2023 Türkiye’sine yaklaştığımız bu günlerde Mustafa Kemal ve arkadaşlarını ve onların ülkeye armağan ettiği bu kazanımı, ön yargı ve sloganlaşmış sözlerden uzak irfani bir bakış açısıyla yeniden düşünmekte fayda var. İrfan, aynı zamanda hakikati fark edip olayları öngörebilmektir. Bunun için okuma, araştırma, gözlem, olay ve olguları ön yargılardan uzak çok yönlü değerlendirmek gerekir. Gerçeklerin fark edilmesi için illaki acı tecrübelerin yaşanmasına gerek yok. Ama önce hayatımıza yön veren bilindik kabulleri, temelli bir sorgulamaya tabi tutmamız gerek.

       Son söz olarak Prof. Dr. Hüseyin ATAY’ ın “Akıl ve Kur’ an Işığında 1400 Yıllık Süreçte İslam’ ın Evreni BEN” adlı kitabının son paragrafının ilk cümlesini alıntılıyorum. “İslam dünyasında 1400 yılda danışma meclisini ilk toplayan Türkiye Cumhuriyeti’ ni kuran Mustafa Kemal Paşa’ dır. Vesselam.

Zafer Özer-Maarif Müfettişi