Depremlere maruz kalan ülkem için;

Bir daha yaşanmaması ve

Yaşanan acıları içimizde hissedebilmek dileğiyle…

          Sosyolojinin ve ekonomi biliminin öncülerinden kabul edilen İbn-i Haldun'un "coğrafya kaderdir" sözü son birkaç yıldır tartışma platformlarının yanında herkes tarafından sıkça söylenegelen bir söz olarak gündeme geldi. Söz, özü itibariyle fazlaca düşünmeyi hak ediyor. Hele hele sürekli zulümlere ve doğal afetlere maruz kalıp, maruz kalınan bu olumsuzlukları kainatın yaratılış kuralı/formülü olan “nedensellik” ilkesiyle değil de, Allah’ ın kaderi olarak gören bu anlayışın hakim olduğu toplumlardaki problemlerin(çatışma, ölüm, terör, hastalık, demokratik kültür, sosyal manipülasyon, ilerle(ye)me vs.) nedenini anlayabilme ve doğru çözüm yolları bulabilme noktasında  “kader” kavramının temelli olarak düşünülmesi gerekecektir.

           Öncelikle basit anlaşılabilir şu soru sürekli gündeme gelmektedir. Doğal afet özelinde meseleye bakarsak: Bizler yani İslam ülkelerinde orta şiddette bir deprem olduğu zaman binlerce can ve milyarlarca mal kaybı olurken, batılı ülkelerde yüksek şiddetli depremlerde bile neredeyse hiç can kaybı olmuyor? Batılı ülkelerde bebek ölüm oranları nerdeyse sıfıra yakınken biz de neden yükseklerde olmakta, hakeza iş kazaları/trafik kazaları, maden patlamaları gibi birçok hususta dünya ortalamasının oldukça üzerinde olmamız ne anlama geliyor? Maruz kalınan belaların ortamı/mekanı yani coğrafyası kişinin elinde olmayan bir unsur olmasının yanında, bu vaziyeti olduğu gibi kabullenip ve durumu bir nedenselliğe bağlamadan “mukadderat” olarak anlama/görme ise, apayrı bir handikap olarak bizi sarmalamış durumda.  Bunun nedeni çok basit. Bu coğrafyanın insanları doğduğu günden itibaren aile ortamlarında bulunduğu vaziyetin bir kader olduğu, yetinmesi gerektiği, kaderin inancın bir gereği olduğu düşüncesi/inancı sürekli olarak telkin edilmektedir. Bilinçaltına işlenen bu şartlanmışlık hali bir ömür boyu etkisini devam ettirerek kişiyi bir cendereye mahkûm etmektedir. Ve eğer kişi bu düşünceyi hayatının herhangi bir noktasında sorgulama gereği duymaz, bu hale rıza göstermeyi inancın bir gereği olarak benimsemş ise, coğrafyanın mahkumiyeti o kişiyi ömrünün sonuna kadar hapsedecektir.  Hayatını hep dar günlük ilişkilerin dairesinde geçirecek, neyi hak ettiği, neyi hak etmediğinin muhasebesini yapamayacak, ona bahşedilen hayatı kendi planlayamayıp, planlanan hayatların bir figüranı olarak ömrünü tamamlayacaktır.

       Mekânsal anlamda coğrafyanın kader olmasına bağlı olarak insan zihninin şekillenmesine etki eden tüm unsurlar da kişinin kaderi olmaktadır. Temel mesele, bize öğretilen; bir şekilde telkin edilen kabullerimizin temelinde neler yatmakta, bu telkinlerin bilgi kaynağını neler oluşturmakta, bizler bu bilgi kaynaklarının temellerine ne kadar vakıf durumdayız, özgür irademizle neleri tercih edebilmekteyiz, yeterince malumat sahibi miyiz, nerelerde açmazlar var, bu açmazları sorgulayarak mı tercihlerde bulunuyoruz? Sorularına sağlıklı cevaplar bulabilmektir. Bu sorulara bulduğumuz cevaplar, bizleri doğru tercihlere ulaşma yolunda amaç ve ilkelerimizi belirlememize yardımcı olacaktır.

          Bizim dışımızda ve bizi şekillendiren tüm etkenlere karşı belirlediğimiz algı, tepki ve pozisyonumuz, aslında nasıl(hangi nitelikte)  bir hayat süreceğimizi belirler.

Sorup, Sorgulamadığın İnançlar Sana Ait Değildir:

          Geleneksel daha doğrusu göçebe/tarım toplumunun insanı için aileden/çevreden gelen öğretileri sormaya ve sorgulamaya ne fırsatı vardır, ne de böyle kaygıları gündeme getirecek uyaranları mevcuttur. Lakin şehirleşen ve enformasyon çağında yaşayan insan için böyle bir kabul söz konusu değildir. Bundan dolayı, doğru ve anlamlı yaşayabilmek için bizi inşa eden bilgilerimizin kaynağına inmek, anlamak, kavramak, analizler yapıp doğru değerlendirmelerde bulunarak özgürce karar vermemiz gerekecektir. Bu zihinsel süreçten geçmediğimiz sürece bize öğretilen bütün değer ve inanç sistemleri bizim için sadece bir emanettir. Ve emanetin ne zaman elimizden çıkacağını da bilemeyiz. Çünkü, bize ait değil….

Bu noktada insana düşen görev ne olmalıdır?

          Başlangıçtan beridir sorup sorgulama işi şeytani bir kaygıymış gibi öğretildi. Oysa inandığımız dinin esasları sormayı, sorgulamayı, öğrenmeyi, analiz etmeyi, dosdoğru yaşamayı, yanlış giden şeylere müdahil olmayı, hayatın bir ölçü/formül üzerine olduğunu, yapıp ettiklerimizin kendi kaderimiz olduğunu, hayatın bir sınavdan ibaret olduğunu esas alırken her ne hikmetse dinin bu temel ilkeleri yüzyıllar boyunca örtük tutuldu. Düşüncenin üretilmesine fırsat verilmedi. Dolayısıyla toplum sürekli olarak oluşturulan kırmızı alanlar çerçevesinde maniple edilmeye hazır hale getirildi. Düşünmeye şeytani misyon yükleyen bu anlayışlar sayesinde sığ meseleler eşliğinde kendisiyle sürekli cebelleşen toplumsal yapılar oluştu. Özgür düşünen bireyin oluşumu her daim problem üretir kaygısıyla, ontolojik tercihlerin bilgi kaynağı tekelleşti. Bu aslında feodal/tarım toplumunun yapısı iken modern dönemlerde de devam ettirilmeye çalışıldı. İşin aslı, eğer insan bu dünyayı bir imtihan dünyası olarak görüyorsa yapması gereken şey, kendi içindeki ve kendi dışındaki olumsuzlukları düzeltme çabası içinde olmasıdır.  Yani insanın imtihanı kaderiyle savaş vermesidir. Doğuştan getirdiği olumsuz kişilik özelliklerini(nefsi) ve kendi dışındaki hatalı/arızalı alanları düzelterek yaşanılabilir bir dünya kurmak insanın asıl görevidir. Yaradan insana bela/musibet vermez; insana vermiş olduğu akıl/düşünceyi kullanarak hayatı doğru bir şekilde yaşamasını ve inşa etmesini emreder. Yaradan, tüm kozmik yapıyı matematiksel bir formül üzerine yaratmış ve insanı da bu yapıyı kavrayıp ona göre davranmasını emretmiştir. Bu hususun öncelikle anlaşılması gerekir. Hayat/inanç paradigmamızı bu çerçevede oluşturmadığımız sürece sürekli olarak kısır döngüler içerisine kıvranıp, her aşamada, biz neden böyleyiz? Sorusunu sorup, kendimizin de inanmak istemediği cevaplarla avunup duracağız. Umarız ki yeni nesil bu meselelerin hakkından gelecek bilgi, beceri ve zihni donanıma sahip olur. Eğitim elbette bunun için var. Vesselam…

Zafer ÖZER-Maarif Müfettişi