Bir ara eğitim kitaplarında “beyin temelli öğrenme” adı altında bir bölüm vardı. Hatta bu konuda kitap yazanlar bile oldu. Bu başlık çok ilgimi çekmişti. Beyin temelli öğrenme ne demekti? Öğrenmede, farklı kuram ve yaklaşımlar vardır. Klasik öğrenme kuramları incelendiğinde, öğrenmenin bilişsel ve duyuşsal başlıkları altında incelendiği anlaşılmaktadır. Beyin temelli öğrenme yaklaşımında ise, beynin sınırları içindeki beyni oluşturan organlardaki fizyolojik olguların ele alındığı görülmektedir. Klasik kuramlar içindeki bilişsel yaklaşım, aslında beyindeki nörofizyolojik öğrenme süreci ile ilgilidir.  Beyin temelli öğrenmenin ise çoğunlukla beynin öğrenme süreci ile ilişkili olduğu söylenebilir. Nitekim hangi kuramla açıklanmaya çalışılırsa çalışılsın, canlılar farklı organları ile öğrenmezler, tüm öğrenmeler beyinde oluşur. Bu sebeple bu adla bir öğrenme yaklaşımından bahsedilirken aslında öğrenmenin beyindeki nörofizyolojik süreci kastedilmiş olabilir. Her bireyin parmak izi, göz retinası farklıdır ve her bireyin öğrenmesi de göz retinası ve parmak izi kadar özeldir. Öğrenme elbette beyinde oluşan bir işlevdir ve her bireyin beyninde öğrenme farklı etkileşimlerle oluşmakla birlikte, temel evrensel bir süreci takip ettiği ileri sürülebilir. Yapılan araştırmalar, her bireyin öğrenme örüntüsünün genetiği kadar özel olduğunu göstermektedir. Bu sebeple her öğrenme bireye özgü ve özeldir. Herkes, bir olaya, nesneye ya da duruma ilişkin farklı yorum yapabilir. Hatta farklı anlamlar çıkarabilir. Hatta benzeri sonuçlara her birey, farklı yollardan ulaşabilir. Örneğin, bir nesne göz retinasına ters düşer. Nesne beyne düz düşer. Birey böylece nesneyi anlamlandırır. Nesne, göz retinasına düz düştüğünde beyne ters düşer. Bu durumda da birey öğrendiklerini ters öğrenmeye başlar. Kısacası öğrenme, nesnelerin duyu organlarına geliş biçimi ile doğru orantılı bir biçimde beyinde anlamlandırılmaya çalışılır. Bu etkinlikler sonucu öğrenme gerçekleşmiş olur.

Beynin yapısı ile iç cevizin şekli arasında benzerlik vardır. Beynin cevize benzeyen şeklinden başka, iç kısmında pek çok gizemi barındıran kısımları mevcuttur. Beynin içinde gizlenen, bizim tarafımızdan çok fazla bilinmeyen kilitli sandığa benzeyen bir özelliği vardır. Kısacası; beyin bizim bildiğimiz bilinç kısmı, bir de bizim bilmediğimiz kilitli sandığa benzeyen, içinde ne olup bittiğinden haberdar olmadığımız bir başka kısma sahiptir. 1862 yılında İskoçyalı matematikçi James Clerk Maxwell elektrik ve manyetizmayı birleştiren bir grup temel denklem geliştirdi. Ölmeden önce çevresindekilere şöyle bir itirafta bulundu: Bu meşhur denklemleri keşfedenin kendisi değil, “içindeki bir şey” olduğunu iddia etti (Eagleman, 2011, s. 7). Bu bilinmeyen “bir şey” zaman zaman kilidi açıp, bilinç düzeyimizin aktif olduğu beynimize işlenmiş, rafine edilmiş bilgi sunuyordu. Bu bilgiler hemen kullanılabilir ve işe koşulabilir nitelikteydi. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı, Michael Anjelo’nun eserleri, Nikola Tesla’nın projeleri, bu kilitli beynin sunduğu bilgi paketinden gelenler olabilir mi? Bu tür görüşlerin kökeninin 18. yüzyıla kadar inmesine rağmen, beynin bu gizemli yapısını aydınlatan bir bilimsel araştırma hali hazırda bulunmamaktadır.

Beynin bu bilinmeyen kilitli kısmı ile ilgili ilginç olay Japonya’da yaşayan tavuk seksörleridir. Yumurtadan yeni çıkan civcivlerin çok acele tavuk ya da horoz olarak ayrılması gerekmektedir. Bunu yapacak herhangi bir mekanik ya da elektronik cihaz bulunmamaktadır. Çünkü civcivlerin cinsiyeti çok geç öğrenilmektedir. Japonya’da yaşayan bazı kişiler, ilginç bir şekilde civcivlerin cinsiyetini çok kolay bilmekte ve hata payı da çok düşük düzeyde olmaktadır (Eagleman, 2011, s. 58).  Bu kişiler bu beceriye nasıl sahip olmaktadır? Konunun asıl merak uyandırıcı yönü ise bu konuyu başkalarına öğretememeleridir. Bu kişilerin kilitli beyinleri bu bilgiye nasıl sahip olmaktadır? Anadolu’da bu konuda pek çok maharetli insan vardır. Havaya bakıp hava durumunu tahmin eden, bitkilere bakıp kışın nasıl geçeceğini, tavşanın ayak izlerine bakıp cinsiyetini ve yaşını doğru tahmin eden kişilerle karşılaşmak mümkündür. Bu beceri nasıl kazanılmaktadır? Bu durum, kilitli beynin bir çıktısı mıdır?

İnsan doğduğunda, boş bir levha gibi midir? Öğrenme ile bu boş levha dolar mı? Yani canlılar doğduğunda “tabula rasa” mıdır? Tabula rasa John Locke'un ortaya attığı "boş levha" önermesine işaret eder. Bir empirist olan Hume'a göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir, bilgi yoktur (https://tr.wikipedia.org/wiki/tabula_rasa). Yani felsefecilerin bir kısmı, insanın ve diğer canlıların doğduğunda hiçbir şey bilmediğini, zihinlerinin bir tabula rasa olduğunu iddia ederler. Bu durumu, son yıllarda yapılan araştırmalar desteklememektedir. Bu yaklaşımın neden desteklenmediğini bazı örneklerle açıklayalım:  Japonya’da yaşayan makak türü maymunlar, patatesi alıp toprağın altına gömerler. İhtiyaçları olduğu zaman gidip oradan patatesi alıp yerler. Annesinden yeni doğan bir makak türü maymun, ailesinden alınıp tek başına yetiştirilir. Yetişkin olduğu zaman patates verilir. Maymun patatesi alıp toprağın altına gömer. Bu maymuna patatesi toprağın altına gömmeyi kim öğretti? İçgüdüsel mi? İçgüdüsel ise, içgüdüyü kim öğretti? 1951 yılında civcivler üzerinde yapılan başka bir araştırmada, civcivlerin “haç” işaretinden korktukları saptandı. Bu konuda Canan (2015, s. 75) araştırmayı Türkiye’de test etmeye karar verdi. Bu amaçla, laboratuvarda yumurtadan yeni çıkan civcivlerin üzerine doğru, kartondan yaptığı “haç” işaretini uçurmaya başladı. “Haç” işareti kutunun üzerinden geçerken civcivler aşırı derecede korku ve kaygıya kapılıp bağrışmaya başladı. Daha sonra, “haç” işaretinin alt kısmını öne alıp tekrar denedi. Bu denemede civcivler hiçbir tepkide bulunmadılar. Tekrar “haç” işaretinin üst kısmı önde olacak şekilde uçurmaya başladığında civcivler yeniden korkmaya ve saklanmaya başladılar. Civcivler niçin “haç” işaretinden korkmuşlardı? Durum aslında çok basitti. “Haç” işaretinin üst kısmı önde olduğunda, civcivler aşağıdan yukarıya doğru baktıklarında; “haç” işaretini şahin, kartal ve doğan gibi yırtıcı kuşlara benzetiyorlardı. Çünkü etçil kuşların kafa ve boyun kısmı dar, kuyruk kısımları genişti. “Haç” işaretinin alt kısmı önde olunca civcivler korkmuyorlardı, çünkü kafası uzun olan kuşlar genellikle turna, leylek gibi otçul kuşlardı. Burada merak edilen durum, daha dünyaya geleli bir gün bile olmamış civcivlerin, otçul ya da etçil kuşların bu özelliklerini nereden biliyor olduklarıydı. Annesinden yeni doğan çocuklar anne memesini nasıl buluyorlar? Bebeğe annenin koltuk altı ter kokusu mu yol gösteriyor? Bebeklere emmeyi öğretmediğimiz halde emmeyi nasıl biliyorlar? Annesini diğer kişilerden ayırt eden o kokuyu nasıl ayırt edebiliyor? Bu durumlar, tabula rasa kavramını da tartışmaya açıyor. Bu duruma göre, canlıların doğduklarında tamamen boş bir levha özelliği göstermediği ileri sürülebilir. Levhada fabrika ayarlarında işlenen temel yazılımlar var denebilir mi?

Peki, insanoğlu nasıl öğrenir? Yukarıda kısaca bahsettiğimiz gibi öğrenmeye dair farklı kuramlar ortaya atılmıştır. Mayer’in (2001), “Bilişsel Öğrenme Kuramı”na göre, öğrencilere öğretilecek durumla ilgili çoklu sunum yapılması gerekir. Öğrenciye öğreneceği bir nesne hakkında, hem sözlü hem de görsel öğeler gösterilmeli ve bu öğeleri algılaması ve anlaması sağlanmalıdır.  Örneğin, bisiklet tekeri takılırken aynı zamanda da nasıl takılacağı ve takarken ne tür kurallara uymak gerektiği anlatılmalıdır. Öğrenciye sadece konuyla ilgili kavramlar verilmeli ve konu dışı ilke ve kavramlar kullanılmamalıdır. Bu aşamada öğrenciye sunulacak metinler kısa ve öz olmalı, öğretilecek durumu içermelidir. Her öğrenmede canlandırma yapılmalı ve canlandırma sözlü olarak anlatılmalıdır. Yazılı olarak yapılan anlatımlar, öğrenmeyi olumsuz yönde etkilemektedir. Birbiri ile ilgili kavramlar birbiriyle aynı anda verildiğinde öğrenme üst düzeye çıkmaktadır. Birbiri ile ilgili kavram ve ilkelerin, birbiriyle ardışık değil, eşzamanlı sunulması öğrenmede etkilidir. Bu aşamada etkili olan diğer durum ise öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyi, ilgi ve merakıdır (Mayer, 2001). Birey, öğrendiklerini duyusal belleğe aktarır. Duyusal bellekte bilgilerin 20 saniye içerisinde tekrar edilmesi gerekir. Tekrar edilmediğinde, bilgiler kaybolur. Daha sonra işlek bellek ve uzun süreli bellek gelir. Bu aşamada da tekrar ve pekiştirme öğrenmede önemli rol oynar. Birey öğrendiği konuları tekrar ettikçe işlek bellek daha aktif hale gelir. Uzun süreli bellekte, öğrenilen bilgi depolanır. İhtiyaç oldukça bu bilgiler çağırılıp kullanılır. Uzun süre kullanılmayan bilgiler kaybolur. Bu bilgileri kaybetmemek için düzenli tekrar, ilişkilendirme ve pozitif transfer önemli rol oynar.

Hiç merak ettiniz mi, öğrendiğimiz durumlar, beynimizde ne tür değişimlere yol açmaktadır? Bu konuyu bodur ceviz ağacı metaforu ile açıklayalım. Bodur ceviz ağacı ince kütük gibidir. Birey öğrenmeye başladığında, beynindeki sinapslar uzamaya başlar. Bu durum, canlanmaya başlayan kütüğün etrafından sürgün veren yeni filizlere benzetilebilir. Detaylı ve etkili öğrenme arttıkça sinapsların uzama miktarı artarken, uzun süre öğrenme ve öğrendiğini uzun süreli bellekte depolama kapasitesi de artmaya başlar. Birey öğrendiği bilgiyi tekrar edip pekiştirmez, öğrendiği bilgiyi kullanmazsa, sinapslar yavaş yavaş küçülmeye ve yok olmaya başlar. Bu durum, ceviz ağacının gövdesindeki filizlerin yavaş yavaş kurumaya başlayıp cansız bir kütüğe dönüşmesine benzetilebilir. Öğrenmeyen, öğrenmeye kendini kapatan her bireyin beyninde böyle bir sorun yaşanır. Birey öğrendikçe beyin canlılığını korumaya devam eder. Yeni öğrenmeler için daha aktif ve hazır hale gelir. Öğrenmeye kendini kapatan ya da öğrenme merakı olmayan kişilerde ise, sinapslar uzamadığı için öğrenme kapasitesi düşer. Beyninde sinapsları uzamayan kişiler yeni şeyler öğrenmeye başladığı zaman, sürekli öğrenen bireylere nazaran daha başarısız olurlar. Öğrenme bir nevi beynin yeni bir antrenmana hazırlanması anlamına gelir. Bu durumda öğrenme ve beyin arasındaki ilişki, yumurta ile tavuk arasındaki ilişkiye benzetilebilir.

Öğrenme sürecinde beynin fizyolojisinde ne gibi değişimler olur? Öğrenmenin, beynin yapısında ne tür bir değişiklik yarattığını saptamak amacıyla yeni doğan civcivler üzerinde bir deney yapılmıştır. Deneyde civcivlerin her gördüklerini gagalamaları dikkate alınarak, civcivlerin bulunduğu kutunun içerisine biri beyaz diğeri siyah olan iki tane boncuk koyulmuştur. Civcivler içgüdüsel olarak parlak olan nesneleri gagalama eğilimi içerisinde olurlar. Siyah boncuk acı bir sıvıya, beyaz boncuk da suya batırılır ve civcivlerin bulunduğu kutuya tekrar atılır. Siyah boncuğu gagalayan civcivler gagalarını yere silerek acıdan kurtulmaya çalışır. Beyaz boncuğu gagalayan civcivlerde herhangi bir durum görülmez. Civcivlerin bu aşamadan sonra siyah boncuğun yanına gitmedikleri, beyaz boncuğun yanına gittikleri gözlenir. Civcivler siyah boncuğun acı, beyaz boncuğun ise tatsız olduğunu öğrenmişlerdir. Bu civcivlerin beyinleri çıkartılarak elektron mikroskobu ile incelenir. Milimetrenin milyonda biri kadar büyüklükteki sinapsların, bu öğrenmeyle nasıl bir değişime maruz kaldığı incelendiğinde, beynin hippokampus bölgesindeki sinapsların belirgin oranda yoğunluğunun arttığı gözlenmiştir (Canan, 2015, s. 99).  Civciv bu deneyde basit bir öğrenme deneyimi yaşamıştır. Öğrendiği şey sadece siyah boncuğun acı, beyaz boncuğun ise tatsız olduğudur. Bu öğrenme bile beynin hippokampus bölgesinde değişime neden oluyorsa, okulda, sokakta, evde öğrendiğimiz her şey, beynimizin hippokampus bölgesinde önemli değişimlere neden olmaktadır. Öğrenme, beynin yeni öğrenmelere hazır olması anlamına gelmektedir.

Diğer bir etkileşim de öğrenme ve çevre arasında yaşanmaktadır. Öğrenme ile çevre arasında nasıl bir ilişki olabilir? Bu konuda fareler üzerinde yapılmış bir deney bulunmaktadır. Bir nesilde birden çok doğum yapan farelerin yavruları iki gruba ayrılır. Gruplardan birisi deney, diğeri ise kontrol grubu olur. Kontrol grubunda, zemin talaşla kaplı ve bu talaşın üzerine yiyecek ve su koyulmuş haldedir. Fareler istedikleri kadar bu yiyecekleri yer ve su içerler. Deney grubundaki farelerin bulunduğu kafeste ise kontrol grubunda olduğu gibi yiyecek ve içecek vardır. Kontrol grubundan farklı olarak bol miktarda “oyuncak” bulunur. Deney grubunun bulunduğu kafeste tünel, oyuk, tekerlek, labirent ve farklı pek çok oyuncak vardır. Bu tip kafeslere “zenginleştirilmiş kafes”  adı verilir. Araştırma sonucunda zenginleştirilmiş kafeste büyüyen fareler, sıradan kafeste büyüyen kontrol grubundaki farelere göre tüm zekâ testlerinde üst düzeyde başarı gösterirler. Ayrıca deney grubundaki fareler yol ve yön bulmada, strese dayanıklı olmada, mücadele etmede üst düzey performansa sahiptirler. Bu durumun nedeni ise bildiğimiz kadarıyla zenginleştirilmiş ortamların, yavru farelerin beyninde daha fazla uyaran ve işlem zorunluluğu doğurması ve bu sebeple de bu hayvanların ileriki yaşamlarında kullanmak üzere daha fazla bağlantıyı korumalarının söz konusu olmasıdır. Standart kafeslerde büyüyen fareler ise ihtiyaç duymadıklarından, gereksiz bütün bağlantılarını budayan bir beyin temizleme mekanizması nedeniyle, çok daha az ve basit bir bağlantı ağına sahip olurlar (Canan, 2015, s. 51). Bu duruma göre oyuncağı çok olan çocuğun az olan çocuğa göre daha zeki olduğu söylenebilir mi? Zekâ ile ilgili oyuncaklar zekâ gelişiminde etkili olabileceği gibi, çocuğun pek çok oyuncağının olması, çevresiyle yoğun iletişim ve etkileşime girmesi, onun zekâ gelişimini sağladığı gibi sosyalleşmesinde de etkili olur. New York ve Londra gibi kalabalık ve karmaşık kentlerde taksicilik yapanların beyinlerinde de farklılaşma gözlendiğine göre, bireyin yetiştiği sosyo-kültürel çevre, coğrafi yapı, sosyo-ekonomik düzey ve etkileşim içerisinde kaldığı zenginleştirilmiş öğeler, doğal olarak onun beyninde belirgin oranda bir farklılaşmaya neden olmaktadır.

Peki, coğrafi özellikler, beynin öğrenme potansiyeli ile ilgili olan zekâ gelişiminde etkili midir? 1985 yılında Trabzon’un Çaykara İlçesi, Uzuntarla Köyü’nde öğretmenliğe başladım. Öğrencilerin dörtte üçü okula geldiklerinde Türkçe’yi çok az bildikleri halde, çok kısa zamanda Türkçe’yi öğrendikleri gibi, matematik ve diğer derslerde de başarılı oluyorlardı. Öğrencilerin genellikle çok zeki olduklarını fark ettim. Zekânın genetik faktörlerle bağlantısı olduğu gibi çevreyle de bağlantısı vardı. Karadeniz’in iç kesimleri aşırı dağlık ve engebelikti. Yaylaya çıkmak ve inmek büyük bir eziyetti. Yaylaya çıkarken ve inerken patika yol kullanıldığı için, sırtındaki yükle hem uçurumdan yuvarlanmamak için aşağıya hem de yukarıdan taş gelirse korunmak için yukarıya bakmak gerekiyordu. Bu arada patika yolu da kontrol etmek mecburi idi. Beş yıl görev yaptığım bu bölgede, arazinin bu özelliği folklora ve müziğe de yansıdığına şahit oldum. Karadeniz insanının aşırı canlı ve hareketli yapısı, hazır cevap olması, eğitim düzeyinin yüksekliği ve akademik başarısının sürekli artıyor olmasının da bu coğrafi özelliklere bağlı olduğu kanaatindeyim. Bu coğrafi yapının beyinde pek çok sinapsın uzamasında etkili olduğunu düşünüyorum.  Çocuğun düz ovada elini cebine sokarak ya da koşarak büyüdüğü bir çevrede de beyindeki sinapslar uzar. Fakat Karadeniz’deki gibi bir farklılaşma olur mu? Bu bölgenin beslenme biçimi, aşırı balık tüketimi ile beynin gelişimi arasında ilişki var mıdır? Bu konu detaylı bir biçimde araştırılabilir.

Öğrenme ve motivasyon konusundan daha önce yayınlanan bir makalemde uzunca bahsetmiştim. Öğrenme ile öğrenme istek ve arzusu birbiri ile nasıl ilişkilendirilebilir? Birey, beyindeki bu öğrenme süreçlerine rağmen, öğrenme istek ve arzusunu nasıl yaratabilir? Öğrenme istek ve arzusu olmadan öğrenmenin gerçekleşmesi zorlaşır. Bu konuda beyinle ilgili bilinen en önemli noktalardan birisi dopamin salgısıdır. Beyin herhangi bir şey yaptığında eğer hoşlanma oluşuyorsa, bu durum beyinde dopamin salgılanmasına neden olur. Dopamin salgılayan birey, kendisine dopamin salgılatan her neyse, onu daha sıklıkla yapmaya başlar. Bireye dopamin salgılatan sigara, alkol, oyun, kitap, bulmaca gibi pek çok şey olabilir. Burada bilinmesi gereken bireyin kendisine dopamin salgılatan nesnelere ya da durumlara aşırı derecede yönelme eğilimi gösterdiğidir. Öğrenciye bilgisayarda oyun oynamak dopamin salgılatırken, excelde veri dosyası hazırlamak dopamin salgılatmıyorsa, öğrenci bilgisayarda oyun oynamayı tercih edecektir. Bu açıdan öğrenmeye ilişkin durumlarda, öğrencinin seveceği ve beyninde dopamin salgılamasına neden olacak şeyleri sunmak daha doğru bir yaklaşımdır. Konu hakkında beynine elektrik kablosu bağlanmış fare, pedala bastığında, beynine küçük oranda elektrik dalgası verilmektedir. Fare kısa sürede pedala basmayı öğrenmiştir. Fare beynine gelen elektrik dalgalarından aşırı derecede hoşlandığı için, sürekli pedala basmış ve beyninin dopamin salgılamasını sağlamıştır (Canan, 2015, s. 174). Öğrenme de böyle oluşur. Öğrencinin matematik, müzik, resim, fizik öğrenirken beyninde oluşacak bu tür dopamin salgılanması, onun konuya daha fazla odaklaşmasına ve düzenli olarak öğrenme etkinliklerine katılmasına neden olur. Öğrenmeye aşırı düzeyde motive olan öğrencilerin, beyinlerinde bu öğrenmeye dayalı dopamin salgıladığı ileri sürülebilir. Teknoloji, bilgisayar oyunları gibi ara etkenlerin yoğun dopamin salgısına neden olması sonucu, klasik öğrenme etkinliklerinin dopamin kaynağı olmasına fırsat veremiyor mu acaba? Belki bunun sonucunda klasik, kitap okuma, resim yapma ya da bir enstrüman çalmayı öğrenme, doğayı keşfetme gibi aktiviteler hep ötelendiği için, beyin, sadece dopamin kaynağı olarak bilgisayarı mı algılıyor? Bunların üzerine düşünüp araştırmak gerekebilir.

Öğrenme arzusu açısından, sınıf ortamında öğrenme sürecinin de dopamin salgısıyla son derece ilişkili olduğu söylenebilir. Öğrenci, öğrenme ortamında birçok uyarıcı ile karşı karşıya kalır. Bu uyarıcıların beynin limbik sisteminde karşılığı vardır. Beyin anne karnında şekillenirken milyonlarca yıl öncesine ait bilgilerle donanmış nöron yapısı 100 milyarı bulmaktadır. Bu yapı oluşurken insandan insana aktarılan tüm yaşamsal kalıtım özellikleri bireyin hayata tutunmasına ve varlığını sürdürmesinde önemli işlevlere sahiptir. Limbik sistem dışarıdan gelen uyarıcıları filtreler ve kendi varlığını koruma altında tutarken gelen uyarıcılardan kendisine gerekli ve yaşamsal öneme haiz olanlar ile kaçınması gerekenleri süzgeçten geçirir. Bu bağlamda limbik sisteme "duygusal beyin" denmesi anlamlıdır.  Sınıf ortamında da öğrencinin bu uyarıcıları nasıl alıp örüntülediği tamamen her insanın birbirinden farklı olduğunu gösteren durumlar parmak izi gibi farklıdır ve tamamen bireyseldir. Bu bağlamda sınıf ortamlarındaki uyarıcıların, sınıfın düzenlenmesinde verilecek mesajların önemi açıktır. İşbirliğine dayalı öğrenme ya da kooperatif disiplin modeline göre öğrenme metotlarında, grup dışında kalan bir öğrenci duygusal beyin yapısıyla kendini dışlanmış hissedeceği gibi amigdalanın etkisiyle kaygıya kapılacaktır. Bu durumda öğrenci kendini bir şekilde gruba adapte etmeye çalışır. Eğer öğrenci bu uyumu sağlayamazsa sürekli bir stres, kaygı ve nöradrenalin baskısı altında kalarak kortizol salınımına neden olarak mutsuz ve hatta saldırgan davranışlar sergileyebilir. Grup halinde yapılan işler ve grupla birlikte gerçekleştirilen öğrenme, öğrencinin hem kendisini ait hissetme hem de güvende olma duygusuyla dopamini ve öğrenme isteğini artıracaktır. Öğrenmenin kalıcı bir örüntü oluşturmasında temel olan öğrencinin duygusal beyni ile öğrenilen bilgi arasında bir bağ kurmasıyla kalıcı hale gelmektedir. Bunun için öğrencinin öğreneceği bilginin ne işe yaradığı, öğrencinin hayatında ne gibi bir fayda sağlayacağı üzerinde durmak gerekir. Açıların öğretileceği bir matematik dersinde öğrenci öncelikle açı bilgisinin hayatında ne gibi bir öneme sahip olduğunu öğrenmelidir. Eğer öğrenci açı ile duygusal bir örüntü oluşturamazsa hem ders sıkıcı bir hale gelecek hem bilgi unutularak hafızadan silinmesine neden olacaktır. Öğretmen açı konusunu anlatmadan önce öğrencinin hayatında açıyı kullanabileceği bir problemle derse başlamalıdır. Açıyı öğrencilere buldurmalıdır. Kapının altına çizilen bir açıölçer, sallanan salıncağın direğe göre açısı gibi günlük hayattan örnekler verilebilir. Açıölçer gibi bir aracı öğrenciden tasarlamasını istenebilir. Öğrenci açı ile ilgili bilgiyi kendisi yapılandırıp örüntü oluşturdukça duygusal beyin, hem bilgiden hem de açıyı kullanarak hayatta var olmanın güvencesiyle kaygıdan uzaklaşacak bu da onun dopamin salgılamasına neden olacaktır. Beynin dopamin salgılaması hem öğrenmeye odaklanmada hem de daha sonraki öğrenmeler için motivasyonu artırmada etkili bir durumdur.

En çok tartışılan konulardan biri de ödül ve öğrenme ilişkisidir. Öğrenmede, ödül bireyi güdüler mi? Şartlı ödülün bireyi güdülemediği bilinmektedir. Ancak, bireye iki ya da üç kez bir eylemi yapması için ödül verilmesinde sakınca yoktur. Neden? Baba, kızına jimnastik çalıştırmak ve bu alana yönlendirmek istemektedir. Kızı ise jimnastikten hoşlanmamaktadır. Baba kızına, jimnastiğe gitmeyi, dönüşte de vizyona yeni giren bir filmi izlemeyi teklif eder. Baba, bu filmin kızının dikkatini çektiğini ve o filmi izlemek istediğini bilmektedir. Birlikte önce jimnastiğe sonra da filme giderler. Bir hafta sonra baba kızına yeniden jimnastiğe gitmeyi önerir. Kızı kabul etmez. Baba kızına, jimnastikten sonra göl kenarında gezebilecekleri önerisinde bulunur. Kızı, jimnastiğe gitmeyi kabul eder. Bir hafta sonra baba yine jimnastiğe gitmeyi kızına teklif etmesine rağmen, kızı jimnastiğe gitmek istemediğini belirtir. Babanın bu aşamadan sonra ödülü bırakıp, bu süreçten vazgeçmesi gerekir. Bu ödülün amacı nedir? Bu ödülün amacı, kızın jimnastiğe gittiğinde dopamin salgılamasını sağlamaktır. Aynı eylem iki üç defa yapılmasına rağmen, kızın beyninde dopamin salgılaması olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer kızın beyninde dopamin salgılaması olsaydı, kız kendi kendine jimnastiğe zaten gitmek isterdi. Ödüllerin bu şekilde kullanılmasının amacı, kızın jimnastikle iki üç defa ilgilenmesi ile dopamin salgılanmasını beklemek ve daha sonra kendi kendine jimnastiğe yönelmesi konusunda teşvik etmekti. Çoğu zaman çevremizdeki kişilerden duymuşuzdur. İlk ava gittiğimde çok heyecanlanmıştım. İlk futbol topuna vurduğumda tarifi imkânsız duygular hissetmiştim gibi… Amaç çocuğa bu duyguyu tattırıp, eyleme geçmesini beklemektir.

Yukarıda bahsettiklerimiz öğrenme anlamında önemli bileşenlerdir. Fakat öğrenmenin daha kalıcı ve kaliteli olabilmesi için en önemli basamak örüntüdür.  Öğrenme meydana gelebilmesi için, öğrenen bireyin öğrendiği durumu anlamlandırıp örüntü oluşturabilmesi gerekir. Örüntü, aynı zamanda beyinde öğrenme ile ilgili sinapsların uzamasına ve beynin değişim geçirmesine (plastisite) sebep olur. Veba hastalığı geçmiş yıllarda yüzlerce hatta binlerce insanın ölümüne neden olmuştur. Hastalığın nedeni olarak fareler görülmüş ve fareler imha edilmeye başlanmıştır. Vebanın nedeninin fare olmadığı, farelerin tüyleri arasında yaşayan pirelerin hastalığa neden olduğu daha sonraki zamanda anlaşılabilmiştir. Pire + tüy + fare + veba bir örüntüyü ifade etmesine rağmen, örüntü eksik ya da hatalı oluştuğunda, yanlış öğrenme durumları ortaya çıkmaya başlar. 4 silindirli bir motorun çalışma sırası 1-3-4-2 şeklindedir. Kontak anahtarı, marş motoru, enjeksiyon ya da karbüratör, krank mili, ateşleme ve çalışma, vites kutusu, şaft ve diğer güç aktarma organları şeklinde devam eder. Bu örüntü öğrenci tarafından anlaşılamadığında ya da anlamlandırılamadığında doğal olarak öğrenme gerçekleşmemektedir. Yağmurun yağması da bu tür örüntüye ya da yazılabilecek senaryoya örnek olarak verilebilir. Göl ve denizlerdeki sular, güneşin etkisiyle ısınır ve buharlaşır. Buhar gökyüzüne çıkar ve bulutları oluşturur. Soğuk havanın etkisiyle yağmur, daha soğuk havanın etkisiyle kar ve ani soğuk havanın etkisiyle dolu yağar. Buradaki örüntü, öğrenen kişinin beyninde bir örüntü şeklinde ortaya çıkar. Bağlama çalmak, piyano çalmak da benzeri bir örüntünün sonucudur. Örüntüden sonra beyinde bir de kendinden geçme, hazza ulaşma ve “akış” halinin oluşması gerekir. Endüstri Meslek Lisesi, motor bölümü mezunu olarak üniversite sınavına hazırlanmaya başladığım yıllarda uzun süre ders çalıştığım günler oldu. Çoğu zaman matematik, fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya, edebiyat çalışırken kendimden geçtiğimi ve zaman mefhumunu unuttuğumu hatırlarım. Ders çalışırken bazen ev arkadaşımın sesini, dışarıda çalan kornayı, eve gelen misafirin varlığını duymazdım. Yılın belirli dönemlerinde yaşadığım migren ağrısını, hatta üşüttüğüm zaman sıklıkla yaşadığım eklem ağrılarını bile hissetmezdim. Bu akış anında beynimim çok dikkat kesildiğini ve öğrenmeye tamamen odaklaştığımı hissederdim. Ders bittikten sonra beynimin kabuğunun altında kalın yumuşak bir sıvının aktığını ve beynimi koruma altına aldığına şahit olmuştum. Bu durumlar o zamanlar düşünmediğim ama bugünkü şartlarda hatırladığım durumlardı. Canan (2015) bu konuda sinirbilim alanında yapılan bazı araştırmalara dayalı olarak açıklamalar yapmaktadır. Beynin “Haydi bunu bir daha yapalım” dediği “ödül” mekanizması tamamen dopamin salgısı ile gerçekleşmektedir. Beni yüksek düzeydeki performansa hazırlayan ve kan şekerini düzenleyen ve sürekli uyanık olma halini sağlayan “noradrenalin”, yoğun çalışmaya rağmen yorgunluğu ortadan kaldıran, morali yükselten ve damardaki kan akışını ve nefes alışını artıran “anandamid, bireyin odaklaşıp çalışmaya başladığı anda yaşadığı ağrıyı azaltan ve ortadan kaldıran ise “endorfin”, tüm çaba ve başarısızlıklara rağmen, beynin kendini iyi hissetmesini sağlayan “serotonin” salgısıdır. Kısacası, beyin öğrenme, çevreye intibak etme ve sorun çözme sürecinde insanın ihtiyacı olan tüm salgıları salgılama yeteneğine ve kapasitesine sahiptir. Öğrenmeyi bir ön beyin işlevi olmaktan çıkarıp, tüm beyin fonksiyonları haline dönüştürebilmenin yolu o “akışı” yakalamak ve sürekli canlı tutmaktır.

Sonuç olarak öğrenme beyinde gerçekleşen bir durumdur. Elma ağacının ürünü elma, nar ağacının ürünü nasıl nar ise, insan beyninin işlevi de öğrenme, problem çözme, keşif yapma ve çevreye intibak edebilme kapasitesini geliştirmektir. Beyinde öğrenme için gerekli olan her şey mevcuttur. Beyni bir mutfağa benzetirsek, mutfağa girip yemek yapacak aşçıya ihtiyaç vardır. O aşçı sizden başka kimse değildir. Mutfağa girip helva yapmaya karar verdiğinizde, helvanın nasıl yapılacağını yemek tarifi kitabından okumaya başladığınız anda, sinapslar uzamaya başlamakta ve plastisite ortaya çıkmaktadır. Helva yapmayı öğrenme ve uygulama beyinde pek çok salgının ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Helva yapıp, helvayı yemeğe başladığınızda dopamin salgısı oluşmakta ve birey mutlu olmaktadır. Daha sonra helva yaparken dopamin salgısı salgılayan birey benzeri duyguyu yaşamakta, “Ben helva yemesem de olur. Ben helva yaparken de mutlu oluyorum” demeye başlayabilir. Bu durum, öğrenmede “akış” aşamasını ifade eder. Bu aşamada sesleri duymamaya ve zamanı unutmaya başlarsınız. Birey karşılaştığı sorunları çözmeye, helva yapımında uzmanlaşmaya ve helva çeşitleri yaratmaya ve helva sektöründe gelişme kaydetmeye başladığı zaman, markalaşma da ortaya çıkmaya başlar. Kaç kişi yaptığı işte markadır? Kaç kişi örüntü oluşturabilmekte ve o akış anını yaşayabilmektedir? Bu durumu herkes yaşayabilir. Sadece istemesi ve isteğine ulaşmak için odaklaşması yeterlidir. Beyin öğrendikçe gelişmeye, geliştikçe öğrenmeye, öğrendikçe zirveye doğru yol almaya başlamaktadır. Çalmayı öğrenecek piyanonuz olmayabilir. Bu sizin için engeldir. Hatta yaşadığınız ülkede piyano çalmak yasaklanmış, her şeye zincir vurulmuş olabilir. Eğer siz isterseniz, beyninizde piyano çalmayı, bu şekilde piyano öğrenmeyi ve bu şekilde beyninizde sinapsları uzatıp, beyninizi geliştirmeyi başarabilirsiniz. Öğrenmenin, kendini aşmanın ve beyni geliştirmenin sizden başka hiçbir engeli yoktur. Yukarıda bahsettiğim bütün bileşenler öğrenme konusunda bir meta bakış geliştirmenizi sağlamışsa; kaliteli öğrenme süreci, öğrenilebilecek bir süreçtir ve bunu başarabilmeniz için artık bir engeliniz kalmamıştır! ...

Kaynaklar

Canan, S. (2015). Değişen beynim. İstanbul: Tuti Yayınları.

Eagleman, D. (2011). Incognito. İstanbul: Domingo Yayınları.

Mayer, R. E. (2001). Multimedia learning. Cambridge, UK: Cambridge University Press.

https://tr.wikipedia.org/wiki/tabula_rasa (Erişim tarihi 10 Mart 2017).