2000’li yıllardan sonra Türkiye’de “Her şehire bir üniversite” sloganı, geniş kabul gördü ve 2015 yılında, her şehire bir üniversite hayali gerçekleşti. Devlet ve vakıf üniversitelerinin sayısı 180’e ulaştı. Bu süreç devam ederse, muhtemelen üniversite sayısı 200’ün üzerine çıkabilir. Çok fazla üniversite açılmasında sorun yok. Sorun, coğrafi ve demografik açıdan dezevantajlı şehirlerde, metropol üniversitelerine meydan okurcasına açılan fakülte ve bölümlerin sayısının artmış olması. Anadolu’nun küçük şehirlerinde açılan üniversiteler, yerleşik paradigmayla yönetildiği sürece, gelecek dönemde entropi yaşaması kaçınılmaz gibi görünmektedir. 

Üniversitelerin en önemli sorunlarının başında emtialaşma gelmektedir. Emtialaşma, benzeşme, birbirinin türevi haline dönüşme anlamına gelir. Üniversite yönetimleri, başka üniversitelerin web sayfalarını inceleyerek yeterli fizibilite çalışması yapmadan fakülte, yüksekokul ya da enstitü açmaktadır. Üniversitelerin üzerindeki çevre baskısı ve rekabet, yeterli araştırma yapmadan yeni bölümlerin açılmasına neden olmaktadır. Bu durumun doğal sonucu olarak; dolmayan kontenjanlar, hazırbulunuşluk düzeyi düşük öğrenciler, heba edilen kamusal kaynaklar… Emtialaşma ile başa çıkmanın yöntemi, başka üniversiteleri taklit etmek değil, üniversitenin bulunduğu şehrin, işgücü piyasasının ve gelecekle ilgili projeksiyonların doğru parametrelere oturtulmasıdır. 

Anadolu’da kurulan üniversitelerin büyüme politikalarında görülen önemli hataların başında, üniversitelerin bulunduğu şehrin coğrafi konumu ve demografik yapısının gözardı edilmesidir. Üniversiteler, öncelikle üniversitenin bulunduğu ilin coğrafi konumunu iyi irdelemeleri gerekir. Çünkü, şehrin dört bir yanındaki komşu iller, üniversite açmışsa, benzeri fakülte ve yüksekokullar varsa, muhtemelen kontenjanlar açık kalacak ve yatay geçiş süreci ile güç yitimi yaşanacaktır. Bu sorunla karşılaşmamak için, üniversiteyi tercih etmesi muhtemel şehirler bilinmeli ve öğrenci akışını kontrol edecek, öğrenciye cazip gelecek, alanların açılmasına öncelik verilmesi gerekir. Burada “farklı müşteri değer önerisi yaratılmalıdır”. Böylece emtialaşmanın yıkıcı etkisinden kurtulmak mümkün hale gelebilir. Tek alan merkezli, anabilim dalı uygulaması, kamusal kaynakların kullanılmasında sorunlu bir durumdur. Çünkü, öğrenci öğrenim sürecinde akademik açıdan başarısız olduğunda, üniversite değiştirmeden, farklı bir alana geçiş yapamamaktadır. Bu durumda ya başka üniversiteye gitmek zorunda kalmakta ya da yatay geçiş kontenjanlarından yararlanarak, bölüm değiştirmektedir. Mühendislik alanında ilk iki yıl ortak eğitim verilmeli, öğrencilerin ilgili, yetenek ve yeterliklerine göre alan seçmeleri sağlanmalıdır. Ayrıca, yan alanlarla da, mesleki ve kişisel gelişimini sağlayacağı dinamikler işe koşulmalıdır. 


Yeni kurulan üniversitelerin diğer önemli sorunlarından birisi de, fiziki alt yapıdır. Bu üniversiteler, hızlıca büyümek ve metropol üniversiteleri ile boy ölçüşmek istemektedirler. Kamusal kaynaklarla, plansız ve programsız yatırımlar yapmakta ve üniversiteler hormonlu bir şekilde büyümektedir. Öğretim elemanı olmayan bölümler, binası, laboratuvarı ve tesisleri olmayan fiziki mekânlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunların başında, üniversitenin stratejik plandan yoksun olması ve “göç yolda düzelir” algısının hala geçerli olmasından kaynaklanmaktadır. Üniversiteler ilk kurulduğu günden itibaren beşer yıllık hazırladıkları stratejik planlarda hangi alanları açacaklarını, öğrenci sayılarını ve fiziki mekân kapasitelerini önceden saptamış olmaları gerekir. Böylece, kamusal kaynaklar daha etkili ve verimli kullanılmış olur. 

Diğer bir sorunda, üniversitelerin insan kaynağı projeksiyonlarının, önceden doğru bir biçimde saptanmamış olmasıdır. İnsangücünün daha önceden saptanmış olması, ÖYP ve araştırma görevlilerinin seçilmesinde ve yetiştirilmesinde etkili bir yoldur. Açılmasına ani karara verilen bölümler, devşirilerek üniversite kadrosuna kazandırılan toplama öğretim üyeleri, süreçte takım olamamakta, çatışma kültürü ve olumsuz örgüt iklimi ortaya çıkmaktadır. Üniversiteler, kamusal kaynakların dışında kaynak üretemediğinde, kıt kaynaklarla devasa projeler hayal eden, başlatılan fakat bir türlü bitirilip hizmete açılamayan tesisler göze çarpmaktadır. Kamusal kaynakların yaklaşık %84’ü personel giderlerine harcandığı zaman, yatırım harcamaları sekteye uğramakta, üniversite yönetimleri kıt kanaat geçinmek zorunda kalmaktadırlar. Bu aşamada, kamusal kaynakların dışında; proje, sürekli eğitim merkezi, sivil toplum örgütleri, hayırseverler, vakıf gelirleri, promosyon gelirleri, işletilen tesis gelirleri ile birlikte, ek kaynak yaratmak mümkündür. Kamu üniversiteleri, kamunun sırtında bir yük olmaktan çıkıp, kendi yağında kavrulacak hale gelebilmesi için, yöneticiler üniversiteleri, bir işletme gibi yönetmek zorundadırlar. Bu aşamada, kamusal hak ve sorumluluklardan da uzaklaşmamak gerekir. Anadolu’da kurulan üniversitelerin açacakları fakülte ve bölümler, YÖK tarafından merkezi bir planlamayla saptanması gerekir. Belirli bir uzaklık, demografik yapı, sanayi ve ticari alt yapısı, işgücü ihtiyacı ve kamusal talepler, bu planlamada göz önüne alınması gerekir. Birbirine çok yakın üniversitelerin aynı bölümleri açması yerine, belirli alanların paylaşılması daha sağlıklı bir yöntemdir. Üniversiteler, belirli alanlarda uzmanlaşmaya gitmesi, belirli alanları ön plana çıkarması, bu alanlara yatırım yapması, kaynak yönetimi açısından önemli bir durumdur. Yerel siyasi yapının baskıları neticesinde sıklıkla açılan, hemen hemen her ilçeye bir meslek yüksekokulu uygulaması, üniversiteleri kaynak yönetimi açısından sıkıntıya sokmaktadır. Aynı üniversitenin, aynı alanda açılmış beşe yakın meslek yüksekokulu, hem öğretim üyesi hem de fiziki mekân açısından sorunlara neden olmaktadır. Bölüm ya da fakülte açmak, ek sosyal alan, tesis, yemekhane, servis, öğretim üyesi, yurt vb. pek çok hizmeti de sunmak anlamına gelir. Bu bağlamda, kıt kaynakların yönetimi açısından, meslek yüksekokulları aynı bölüm adıyla açılması yerine, yeni ve farklı bölümler, yerleşim biriminin özelliklerine göre açılması önerilebilir. Örneğin; Hayvancılığın yoğun olduğu bir yerleşim biriminde, veteriner teknisyenliği ile ilgili bir meslek yüksekokulu, önemli bir ihtiyacı karşıladığı gibi, kaynak yönetimi açısından da faydalı bir uygulama olabilir. Anadolu’daki üniversitelerinin çoğunluğunda öğretim üyesi sayısı oldukça azdır. Bu durumda öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 76 civarındadır. Aynı şekilde, öğrenci başına düşen bilgisayar vb göstergeler ise, korkunç rakamlarla ifade edilmektedir. Üniversiteler bu sorunu çözmek için, öğretim görevlisi uygulaması yapmakta, bu durum, eğitim-öğretimin niteliğini ve başarısını sekteye uğratmaktadır. Nitelik açısından öğretim üyesinin ve öğretim görevlisinin yeterliliğini yeterli görmeyen öğrenci, akademik hedeflerini asgari düzeye düşürmekte, motivasyonu olumsuz yönde etkilenmektedir. Öğretim üyelerinin ders yükleri arttıkça, araştırma ve kendilerini yetiştirme düzeylerinde de düşme yaşanmaktadır. Anadolu’da açılan üniversite yönetimleri, küçük yerleşim birimlerinde üniversite-çevre, iletişim ve etkileşimini iyi düzenlemek, çevreye duyarlı olmak, çevrenin kültürel mirasının araştırıcısı ve geliştiricisi olmak durumundadır. Çevreden kopuk, çevreyle çatışan, çevrenin değerleri ile uzlaşmayan ve çevrenin desteğini alamayan üniversite yönetimleri, kadük yönetsel eylemlerle avunmak zorunda kalabilir. Üniversite, çevresi ile çatışmaya başladığı andan itibaren tükenmişlik sendromunu da yaşamaya başlamış demektir. Üniversite yönetimleri, etkili üniversite-çevre iletişimi sağlayacak dinamikleri işe koşması, sivil toplum örgütleri ve kanaat önderleri ile eşgüdüm içerisinde çalışması, üniversitelerin maddi ve maddi olmayan sorunlarının çözümünde etkili olabilir. Anadolu’da açılan üniversitelerin bilimsel yayın ve patent sayıları incelendiğinde, birbirine benzedikleri görülmektedir. URAP verilerine göre 2000’li yılardan sonra kurulan üniversiteler, birbirine çok fazla benzemese de, çok fazla da farklılaşma olmadığı görülmektedir. Bu üniversitelerin yayın ve araştırma sayıları kısa vadede, öğretim üyelerinin ders yüklerinin ve araştırma olanaklarının kısıtlı olduğu durumlar gözönüne alındığında çözülecek gibi görünmemektedir. Daha fazla öğretim üyesi kadrosu açmak, niteliği geliştirmek ve öğretim üyelerini yayın yapmaya teşvik etmek, tavsiye edilebilecek çözüm yolları arasındadır. Merkezi üniversitelerde olduğu gibi, Anadolu’daki üniversitelerde de, yaşanan önemli sorunların başında mobbing sorunu gelmektedir. Küçük yerleşim birimleri, kıt kaynaklar, etik değerlerden yoksunluk, liderlik sorunu olan yöneticiler, etnik, dini ya da siyasi saplantılarını aşamamış, ergenlik dönemi sendromu yaşayan öğretim üyeleri, birbirileri ile oynamaya başlamakta ve birbirilerinin yaşam alanını kısıtlayıp, örgütsel yaşamı çekilmez hale dönüştürmektedirler. Rektörlük seçim döneminin iyi yönetilememesi, çatışma çözme yaklaşımlarının sorunlu olması, gelecek dönem için yapılacak yatırımlar bağlamında, mobbing yaparak öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştırma eylemleri her dönem geçerli bir yaklaşım olmaktadır. Bu sorunları çözmek için, proaktif yaklaşımları işe koşmak, yöneticilerin liderlik becerilerini artırmak gerekir. Aksi takdirde yaşanan mobbing olayları, öğretim üyelerinin motivasyonlarını yok ettiği gibi, örgütsel sessizlik ve örgütsel sinizm olaylarının yaşanmasına da alt yapı oluşturmaktadır. Sonuç olarak, her şehre bir üniversite, uygulaması yerinde ve sosyal devlet açısından gerekli bir projedir. Bu projeyi daha etkin hale dönüştürmek, verimliliği ve etkililiği artırmak, göçü önlemek, metropollerdeki yığılmayı engellemek gibi pek çok doğrudan ve dolaylı amaçlar açısından önemli bir uygulamadır. Bu projenin başarıya ulaşması için yerleşik paradigmanın dışında, daha liberal, daha eğitim planlaması ve eğitim ekonomisini de içeren yönetsel politikalara ihtiyaç vardır. Kamu üniversiteleri bu sorunları kısa ve uzun vadede çözmedikleri takdirde, vakıf üniversiteleri, kamu üniversitelerinin dolduramadıkları alanları doldurarak varlıklarını sürdürmeye devam edeceklerdir.