Oğlum, haydi atları sulamaya götür, derdi babam.

Ağustos sıcağında, hiçbir ağacın olmadığı dağ başında, kurumuş otları yiyen atların tabi ki sürekli sulanmaya ihtiyacı vardı.

Peki, sahurda atlara binerek birkaç saatlik yolu teperek dağ başındaki ekin tarlasında o Ağustos sıcağında oruç tutan insanların suya ihtiyacı olmaz mıydı?

Olurdu elbette, hem de çok fena olurdu.

Atlara su bidonlarıyla dolu heybeyi yerleştirip yola çıkardım.

Herkes oruç, suyu kim içecek, su bidonlarını niye götürüyorsun çeşmeye? Denmez tabi.

Atlar sulanmış olur, çeşmeden gelinir, su bidonları heybeden çıkarılır…

O mevsimde, o tarlada, bırakın oruç tutmayı, Ramazan dışında normal bir zamanda bile çalışmak dehşet derecede zordur. En çok da benim gibi üşengece zordur, o yüzden okudum ben, laf aramızda…

Suyu gören orağı atar koşarak gelir;

“Dök hele gurban olduğum…” der.

Kızgın kumlardan serin sulara atlama edebiyatı değildir bu.

Bu bir duruştur. Bir varoluştur.

Bizler de tepesinden aşağı dökeriz buz gibi suyu ırgatların.

Serinleyen koşar ekine, orağını alan başlar orak sallamaya, tozu dumana katarak.

Bir damla bile kaçar korkusuyla ağızlarına aldıkları suyu hemen çıkarırlar, şöyle bir dolandırıp ağızlarında.

Teslimiyete bakar mısınız?

Müslüman teslim olan değil midir zaten?

“Zoruna gidiyorsa tutma!” gibi bir cümle henüz dolaşıma sokulmamıştı, yoktu böyle bir cümle bizim geçmişimizde...

Zoruna illa ki gidecek. Zoruna gitmeden olmaz ki zaten?

Akşam olmaya başlardı, güneş hafiften eğilmiş, gitmemek için direniyor, batmak nedir bilmiyor...

Öyle ya, beklenen zaman geçmezmiş.

Güneş eğilip sıcaklık etkisini biraz yitirmeye başlayınca bizim ırgatlar orağı daha fazla sallarlar, hazır serinlemeye başlayınca yarına iş yükü biraz daha azalsın, diyerek.

Normalde “Irgatın kötüsü akşam iver.” Derler.

Akşama kadar yan çizer, akşam olunca gayret eder, ivmek gayret etmek demektir Anadolu’da.

Ama bizimkiler güneşin kaçışışını fırsat bulup iverler.

Atları hazırla oğlum, der babam.

Atlar hazırlanır, birkaç saatlik yol bizi bekler. Yolun yükü hafiftir artık, sabahki gibi ağır değildir.

Akşam olmuştur, o tepemizden aşağı döktüğümüz buz gibi sulardan içeceğizdir.

Hele anam göğ çökelekli böreği de yaptıysa kapının önündeki sobamızın üstünde… İsli çaydanlıkta çay da fokurduyorsa…

Karpuz da varsa sofrada buz gibi…

Yolun yükü mü olur?

Yol mu dayanır insana?

Ama dur bir dakika!

O günün şartlarıyla düşünmemek lazım…

Şimdi her şey daha zor!

Güneş görmeyen odalarda çalışarak oruç tutmak kolay mı sanıyorsunuz?

Her yere arabamızla gidip gelerek oruç tutmak? Zor tabii.

“Okul olmasa ben de tutardım.

Sınavlarım var bitince başlayacağım oruca.

Akşama doğru hafiften başım ağrıyor, migrenim de var aman deyim, neyse parası veririz…

Oruç tutunca midemde yanmalar oluyor benim o yüzden doktorum tutma dedi.”

Ağustos ayında ekin tarlalarında oruç tutanların sabrından versin Allah, şimdilerde o müthiş sebeplerden ötürü oruç tutmayanlara…

Mustafa SÜS