Türkiye’de uzun yıllardan beri şahit olduğum değişim uygulamalarının ana özelliğinin, Batı’daki uygulamaların taklidinden başka hiçbir özgün özellik taşımadığı yönündedir. Yabancı dil bilgisi iyi olan ya da yabancı dil bilen uzmanlarla takım oluşturan yöneticiler, sürekli Batı ülkelerindeki değişim uygulamalarını takip ederek, Türkçe’ye çevirdikleri ya da çevirttikleri ve hızlı bir biçimde uyguladıkları, kamusal kaynakları heba ettikleri, sonuç olarak başarısızlık durumunda ise hesap vermediklerine defalarca şahit oldum.

Değişim, değişmek için yapılmaz. Değişim, popülist politikalara yaranmak için kamusal kaynaklar birilerine peşkeş çekilmez. Değişmenin bir felsefesi, ilkesi, epistemolojisi değeri ve ilkeleri olması gerekir. Eski uygulamanın başarısız, yetersiz ve niteliksiz olduğuna dair bilimsel yolla üretilmiş “bilimsel bilgiye” ihtiyaç vardır. Bu aşamada, eski uygulamanın kaynak israfı, yetersizlik ve başarısızlığa neden olduğunun teyit edilmesi ve niteliği artırmak için değişime ihtiyaç duyulduğu kararının haklı gerekçelerinim ortaya çıkması gerekir.

Türkiye’deki değişim uygulamalarında yurtdışı ile bağlantılı olan parlak çocukların, Batı’da bu yapılıyor önerisiyle başlayan yanlış yönlendirmeleri sorunu vardır. Finlandiya’da ortaöğretime geçişte sınav yok, bizde neden var? Bizde de olmasın… İfadesi, görünürde mantıklı, haklı ve doğru bir öneridir. Bu bilgiye dayalı olarak merkezi sınavları kaldırıp ortaöğretime geçişte yeni bir model uygulamanız gerekir. Hatta Finlandiya modelini acil olarak hayata geçirmeniz isabetli bir karar olur. Oysa Finlandiya’daki bu uygulama ile Türkiye aynı değildir. Finlandiya’da 5 milyon nüfus, 1 milyonun altında öğrenci vardır. İki okul arasındaki başarı farkı 10 puandan daha düşüktür. Nüfus sürekli azalmaktadır. Okula öğrenci bulamadıkları için kiliselerde papazlar ailelere çocuk yapmaları konusunda adeta yalvarmakta, gece saatlerinde Tv’de porno filmlerle nüfus artışını hızlandırmaya çalışmaktadırlar. Oysa Türkiye 80 milyon nüfusa, 25 milyon öğrenciye yaklaşık 1 milyon öğretmene sahiptir. Türkiye’de iki okul arasındaki başarı farkı 60 puana kadar çıkabilmektedir. Finlandiya ile Türkiye’nin hiç ortak bir özelliği yok değil mi? Buyurun Finlandiya modelini burada uygulayın…

Amerika’da merkezi sistemle doçentlik sınavı yapılmaz. Sözlü sınavda yoktur. Aday, doçentlik dosyasını üniversiteye verir, bir komisyon marifetiyle doçent olur. Her yıl sözleşmesi uzatılır ya da feshedilir. Alınan doçentlik unvanı sadece o üniversitede geçerlidir. Aday başka bir üniversiteye giderse, gittiği üniversitenin ölçütlerine göre yeniden doçent olması gerekir. Adayın sözleşmesi uzatılırken, üniversiteye, bilime ve topluma katkısı sorulur. Katkıları yeterli ise uzatılır değilse çalışmalarından dolayı teşekkür edilip işine son verilir. Türkiye’de dosyaya göre adayı doçent yapmak, bilimsel unvanların etkisini değersizleştirmekten başka bir işe yaramaz. Doçentlik dosyalarında aday, SSCI ve diğer indexlerde yayın yapmasına rağmen, yayını kendisi mi yoksa başkası mı yaptığı belli değildir. Son yıllarda 4 doçent adayı bir pastanede buluşup birbirlerinin yapacakları yayınlara adlarını yazarak aslında yapılmış 4 yayınla, 12 yayın yapmakta ve yayın sayısını artırabilmektedir. Birinci makalede Ali, Veli, Selami, Orçun ikinci yayında Orçun, Veli, Selami ve Ali gibi kombinasyonlarla şişirilmiş dosyalar teslim edilmektedir. Bu dosyalarda yayın sayısı fazla olmasına rağmen, yayınlarda adayın etkisini bulmak, adayın bir paragrafını okuyup niteliğini anlamak mümkün değildir. Bu haliyle eser incelemede başarısız olan bir aday, haksızlığa maruz kaldığını ileri sürebilmektedir. Ben bu tür yayınlara “Koltuk Değneği Yazarlık” adını veriyorum. Bundan yaklaşık 8 ay önce bir doçentlik jürisinde doçent adayının yayınlarının çapraz tablosunu çıkartan jüri üyesi, bu konudaki yozlaşmanın boyutlarını gösterme amaçlı benimle paylaşmıştı. Türkiye’de bu sistem devreye girdiği zaman, etnik, dini, siyasi ya da feodal değerlerle çok kısa zamanda akademik açıdan doçentlik ve profesörlük kadrolarına sahip kişileri görmek ve bu makamları sulandırmak gibi bir sorunla karşılaşmak durumunda kalabiliriz. Adam kayırma, torpil, iltimas gibi bir sorunun üniversitede ve kamusal alanda olmadığını iddia edebilirsiniz. Bu iddia sahiplerini dinlemeye ve ikna olmaya hazırım! Türk toplumunun bu tür konularda sorunları olduğunu düşünüyorum. Temel etik değerler, örgüt kültürü ve bireylerin yaşam biçimi haline dönüşmezse, başka ülkelerde sorunsuz bir biçimde işleyen modellerin Türkiye’de sorunsuz bir biçimde işleyeceğine inanmıyorum.

Bazı ülkelerde ortaöğretime hatta üniversiteye geçişte not ortalamasına göre değerlendirme yapıldığını biliyoruz. Türkiye’de öğrencilerin bir üst eğitim kurumuna not ortalamasına göre kabul edilse ne olur? Çok nesnel ölçme ve değerlendirme yapılır ve portfolye dosyaları bilimsel usul ve esaslara göre değerlendirilip öğrenci seçilir mi? Emin misiniz? Eğer tereddütleriniz varsa, nitelikli hazırlanmış merkezi sınavların, bizim için en uygun karar özelliği taşıdığını iddia edebiliriz. 2011 KPSS ve ALES sorularının çalındığı iddiaları göz önüne alınırsa, merkezi sınavların bile geçerli ve güvenilir olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü biz toplum olarak her güzel şeyi çok hızlı bir biçimde amacından saptırmaya ve yozlaştırmaya yönelik özellikler taşıyoruz.

Batı’da uygulanmış ve başarılı olmuş bir modeli, Türk kültürüne uyarlamadan uygulamaya kalkışmak ve aynı başarılı sonucu beklemek çok mantıklı değildir. Yönetim bilimi evrensel özellikler taşısa da yerel ve kültürel özelliklerden etkilenir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya’yı işgal eden Amerikalılar, fabrikalarda “parça başına ödeme” uygulamasını başlatmış olmalarına rağmen bir türlü verimin artmadığını görmüşlerdir. Nedenlerini araştırdıklarında, Japonların başka bir Japon ile rekabet etmediği, birlikte üretip biz duygusuna sahip olduklarını, aksi durumda performanslarını artırmadıklarını görmüşlerdir. Kısacası Frederick Taylor’un bilimsel işletme kuramının Japonya’da karşılığı yoktur.

Neden merkeziyetçi olduğumuz sürekli tartışılıyor. Hatta okulları, eğitim kurumlarını yerel yönetimlere devredelim görüşü bir ara tartışma konusu oldu. Batı’da eğitim kurumlarını yerel yönetimlere devreden ülkeler örnek gösterildi. Bizde yerel yönetimlere okullar kısa vadede devredilemez. Neden mi? Türkiye’de hala rejim sorunu var. Hem aşırı sağ hem de aşırı sol gruplar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmak, yerine Marksist, Leninist ya da din esasına göre devlet kurmak istiyorlar. Bir terör örgütünün siyasi kanadı ile flört eden bir siyasi partinin elinde bulundurduğu yerel yönetimlere eğitim devredildiği zaman, devletin bekası, bütünlüğü ve temel ilkelerinin içi, çok kısa zamanda boşaltılıp, devlet aleyhinde gençlik yetiştirilebilir. Bu durum önemli bir tehlikelidir ve bizim şartlarımız buna uygun değildir.

Başka bir ülkenin şartlarından, özel durumundan ve farklı bağımsız değişkenlerinden kaynaklanan sorunlar ve çözüm yolları bizimle örtüşmez. Başka ülkedeki modelleri önermek, doktorun size başkasının idrar tahliline göre ilaç yazmasından farksızdır. Kaldı ki, sizin hastalığınız ve tahlil sonuçlarınız benzeri özellikler taşısa bile sizin hamile olma durumunuz, kalp ya da şeker hastası gibi özel durumlara sahip olmanız, farklı bir ilacı ya da aynı ilacı farklı dozlarda kullanma mecburiyetini ortaya çıkarır. Kendi köyümde şahit olduğum bir durum bu konuya örnek olarak verilebilir. Ölen vatandaş mezarlıkta defnedildikten sonra, ölen şahsın gözlüklerini isteyen kişiler gördüm. Ölen şahsın çocuklarına: Ben iyi görmüyorum acaba babanızın gözlüğünü bana verebilir misiniz? Rahmetli miyoptu siz hipermetropsunuz. Gözünüzde katarakt var. Nasıl olacak? Doktora gidip muayene olmanız gerekir. Türkiye’de değişim uygulamaları ile ilgili düşüncelerimi bir fıkra ile pekiştirmek isterim. Temel, Cemal ve Dursun ormanda fidan dikme işinde çalışırlar. Temel kuyuyu açar, Dursun kuyuyu kapatır. Temel ve Dursun’u görenler şaşırıp sorarlar: Ne yapıyorsunuz? Temel cevap verir: Ben kuyuyu açarım, Cemal fidanı diker, Dursun da kuyuyu kapatır. Cemal bu gün hasta olduğu için işe gelemedi. Ben ve Dursun işimizi yapıyoruz. Cemal’in işe gelip gelmemesi bizi ilgilendirmez. Cevabını verir. Türkiye’de de değişim uygulamaları böyle mi oluyor dersiniz?

Sonuç olarak Türkiye’deki sorunlar başka ülkelerdeki sorunlarla benzerlik göstermesi, o ülkede çözüm yollarının ülkemizde de başarılı bir şekilde sonuç vereceğini göstermez. Kültürümüz, insan kaynağımız, değerlerimiz, normlarımız, nüfus yoğunluğumuz, ekonomik gücümüz, tarihi ve insani özelliklerimiz farklıdır. Karar alırken bu özelliklerin yanında durumsallık ilkesi de göz önüne alınıp, başka ülkelerdeki ve geçmişteki uygulamaların ışığında, en optimal kararları almamız gerekir. Olası çözüm yollarını uyarlamamız ve devlet aklını sürekli işe koşmamız bu süreçte hayati öneme sahiptir.