Toroslar dilbilimi (etimoloji, filoloji vd.) açısından içinde hazineler barındıran bir maden sahası gibidir. Arapçanın, Farsçanın istilasına uğrayan ve bu yüzden de ucubeye dönen saray dilinin (Osmanlıca?) sadeleştirilmiş hali diyebileceğimiz İstanbul Türkçesinde ve yine İstanbul Türkçesi etrafında yeşerirken bu kez de Fransızca, İngilizce gibi dillere kapı aralayan cumhuriyet dönemi edebiyatında bulunmayan yığınla söz, yığınla anlatım zenginliği Anadolu bozkırlarında özellikle de Toroslarda varlığını sürdürmektedir.

Atatürk 1925’ten itibaren birçok kez Anadolu’nun çeşitli yörelerinde türkü derlemeleri yaptırmıştır. 1936 yılında -Macaristan’ın Kuman bölgesinden- dünyaca ünlü müzisyen, besteci, piyanist, halk müziği derleyicisi, etnomüzikolog kısacası çok yönlü bir aydın olan Béla Viktor János Bartók ya da dünyada bilinen adıyla Béla Bartók (Bela Bartok) Türkiye’ye davet edilerek, onun bilgi-birikiminden de yararlanılır. Béla Bartók, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses ve Ulvi Cemal Erkin birlikte Anadolu’nun çeşitli yerlerini dolaşarak -özellikle Toroslar ve Osmaniye yöresinden- türküler derleyip, notaya dökmüşlerdir. Béla Bartók, Macaristan Kumanlarının halk ezgileri ile özellikle Toroslardaki Yörüklerin (doğal olarak da sözlü edebiyatın ana taşıyıcıları olan Avşarların) türkülerinin, bozlaklarının birbirleriyle olan benzerliğine dikkat çekmiştir. 1936 yılında Türkiye’ye davet edilen Alman müzikolog Paul Hindemith’in öncülüğünde kurulan Ankara Devlet Konservatuarı bünyesinde Türk halk müziği arşivi oluşturmak için çaba gösteren kişi de yine Béla Bartók olmuştur. Başta “Mavilim” olmak üzere onlarca türküyü derleyip notaya döken, kayıtlarını alan soydaşımız Béla Bartók’u saygı ile anıyoruz.

Toroslardaki en kalabalık topluluk Oğuz/Avşarlardır. Yine Avşarlar arasından Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Dadaloğlu, Karacaoğlan, Köroğlu (?), Âşık Veysel, Özay Gönlüm, Barış Manço, Kaya Kuzucu, Gül Ahmet Yiğit ve adını sayamadığımız çok sayıda ozan çıkmış haliyle sözlü edebiyat da oldukça gelişmiştir. Sözlü edebiyatın olumlu katkısından olsa gerek Avşarlar dil ve kültür açısından Türk kalmışlardır. Bu özgünlüğün sonucu olarak da günlük hayatlarında öz Türkçe sözcükleri kullanmayı sürdürürler.

Kendine özgü bir Oğuz (Ogur, Uğur, Guz, Uz) Türkçesi konuşan Avşarlar “geleyim mi” yerine “vara mı (varayım mı)” derler. Aynı anlatım Gurmanç (Kürt) oymaklarında “vere” olarak yaşar. Avşarlar “git, uzaklaş” yerine “aralaş” derler. Daha eski söylenişi “ıralaş (ıraklaş)” olmalı tıpkı Türkistan’daki Türklerin, Ortadoğu’ya giden karındaşları (kardaş/kardeş) için “ırağa gittiler” demeleri ve bu anlatımın da zamanla Irak’a ad olması gibi.. Avşarlarda bura, şura, ora anlamında “hura, şora, hora” vardır. “Hora” en uzak yer demektir. Başına “te” getirilirse uzağın da uzağı söz konusu olur. Gurmançlar da git yerine “here” derler. Her iki sözcükte de ortak anlam bulunulan ortamdan uzaklaşmaktır görüldüğü üzere.

İstanbul Türkçesinde -bir başka deyişle resmî dilimizde- bulunan “yeşil” sözcüğünün aslı “yaşsıl”dır. Yaş; yeşili, baharı belirtir. Birine yaşını sorduğunuzda aslında kaç yeşil/bahar görüp, geçirdiğini sormuş olursunuz. Hatta Keltler ile İngilizceye taşınmış olan “-sel” ekinin kökeni de buradan gelir. Biz, bizim olanı atmışız; “-î” ekini almışız. Toroslardaki Avşarlar “-si” ekini hâlâ kullanır. Ör: yeşilimtrak-yeşilimsi, mavimtrak-mavimsi… Özetle (hülasa) -sıl, -sal, -sel, -sı, -si, -su, -sü ekleri Türkçedir. Türkçenin zenginliği olan sözcükleri, ekleri atıp; Arapçaya, Farsçaya, -î ekine muhtaç kalmak olsa olsa altın madeninin üzerinde oturup dilencilik yapmaya benzer. Hem “dinî” yerine “dinsel” demekle dinden filan da çıkmazsınız, merak etmeyin.

İstanbul Türkçesinde onay(lama) sözcüğü olarak “evet” kullanılır. Avşarlar bu sözcüğü de kullanmakla birlikte kendilerine özgü olan “he ya” biçimindeki söz öbeğini de sıkça kullanırlar. Öbeği oluşturan sözcükler tek başlarına da kullanılabilir. Türkçe ile (özellikle de Kuzey/Kıpçak Türkçesi ile) uzak geçmişte akraba olan German/Cermen dillerinde ve bu dilin en gelişmişi olan Almancada da “evet” yerine “ya” kullanılmaktadır. “He ya” söz öbeği doğup büyüdüğümüz Serik’te ise “heyye” olarak yer etmiştir. Şöyle ki, bir Serikliye “Sizde evet yerine heyye mi denir?” diye sorarsanız; aldığınız yanıt “Heyye.” olacaktır.

Aba (abla), aga (ağabey), ağı (zehir), ağmalamak (çıkmak, tırmanmak), akma (reçine), aladiri (az pişmiş), alaf (alev), alma (elma), arlık (iyilik veya ödül için verilen para, bahşiş), atılgan (bukalemun), avul (aile), aydaş (cılız/gelişmemiş kişi, prematüre), azık (kumanya), bağır (göğüs), başangı (başına buyruk), bek (nöbet), belemek (sarıp sarmalamak), belik (saç örgüsü), bicik (meme), biliş (tanış), binit (araba, binek hayvanı, taşıt), biriğinti (kalabalık), boba/buba (baba), boz (gri), böcü-börtü (haşerat), böğür (karın bölgesinin yanı), börtlemek/börtletmek (haşlanmak/haşlamak), bundan kelli (bundan dolayı) burguç (girdap), buymak (donmak, üşümek), büğet (gölet, su birikintisi), büğemek (suyun önüne set yapmak), büğrü (kambur), bük (dönemeç, viraj), bükme (sac böreği), bürçek/bürümcek (yazma, başörtüsü), caka (gösteriş, fiyaka), celep (tayın büyüğü), cıbıldak/cıscıbıl (çıplak/çırılçıplak), cıngıldamak (mızmızlanmak), cırcır böceği (ağustos böceği), cıvımak (gevşemek), cönk (mal-mülk), çebiç (oğlağın büyüğü), çeki (alınlık, alınbağı), çekişmek (ağız kavgası), çelermek (ters ters bakmak), çelpek (çapak), çığırmak (bağırmak, söylemek), çığırtkan (ağustos böceği), çıkılamak (bohçaya bir şeyler koymak), çıngı (ateşten kopan parça, kıvılcım), culuk/cullumculuk (ıslanma/sırılsıklam), çıvgın (yerinde duramayan), çıvmak (sıçramak), çiğin (omuz), çingil (kulplu kap), çomaç (dürüm), çomça (kepçe), çonmak (toplanmak), çöbel/çöbül (göze kaçan yabancın madde), çöğdürmek (işemek), çul-çaput (dokuma eşyaları), dahı (bile, dahi), dalaz (hortum), dana (buzağnın büyüğü), davar (keçi, keçi sürüsü), debelenmek (çırpınmak), dek (kadar), denk (ayar, eşit), depit (köpekler için pişirilen ekmek türü), develemek/develenmek (kaşımak/kaşınmak), dığdı/dığdığı (hısım akraba), dıkı (biraz), dıkım (lokma), dikelmek/dinelmek (ayakta durmak), diniz (sakin-sessiz), dinmek (1. Yorgunluktan bitap düşmek 2. Yağmurun durması), dolama (kadınların kalça örtüsü), ditmek (deşmek, küçük parçalara ayırmak), doşanı (eskimiş, yıpranmış), dölsuyu (meni), düve (dananın büyüğü dişi), ebe (babaanne/anneanne), ebiçme/obuçma (çocuğu sırtta taşıma), eftikleme/evtikleme (oyalanma, zaman geçirme), eğleşmek (oyalanmak), ekleşmek (musallat olmak, peşine takılmak), emice/emmi (amca), emişik (süt kardeş), ende/endeni (elindeki/elindekini), enderde (orada, yanında), eneze (işini bilmeyen, elinden iş gelmeyen), enik (kedi, köpek yavrusu), ermek (ham olmamak, olgunlaşmak), esrik/seroş (sarhoş), eşik (kapı girişi), evermek (evlendirmek), eyleşmek (konmak, oturmak, yerleşmek), fıyık (ıslık), fingirdemek (cilveleşmek), gansırık (balgam), gavlak (ağaçsız/bitkisiz yer), gavurka (patlamış mısır), geçinceme (dirlik, düzen), gelibotur/gelibatır (gelip durur), gevmek (çiğnemek, ısırmak), gıdım (az, yetersiz), gızışmak/kızışmak (hayvanların üreme isteği duyması), gicimik (kaşıntı), gicişmek (kaşınmak), gilik (çekirdek), gocuk (mont), göğ/gök (ham, olgunlaşmamış), göğermek (yeşermek), görk/görkem (iyi, güzel/gösteriş, heybet), göynek (gömlek), gubarmak/kubarmak (dayılanmak, efelenmek), gukumav (baykuş), gunnamak (ineğin doğum yapması), gurk (tavuğun, civciv çıkarmak için yumurtaların üzerine yatma hali), guzlamak (keçi ve koyunun doğum yapması), güzleme (uzun aradan sonra doğan çocuk), haranı (tencere), hatıl (kiriş), helke (kulplu kova), hergele (eşek), hindi (şimdi), ho/honu (o/onu), holus (büyük kalbur), hora/horaya (ora/oraya), horanta (hısım-akraba), hu/hunu (şu/şunu), hura/hurada/huraya (şura/şurada/şuraya), huylanmak (kuşkulanmak), ılgın (serap), ıldız (yıldız), ıstar (dokuma tezgahı), ıstı (sıcak), ihi/ihicik (işte/iştecik), ilenmek (beddua etmek), ikircikli (evhamlı, kuşkucu), ilmek (düğüm), im/im atmak (işaret/işaret etmek), inme (felç), işam (çam), işkillenmek (kuşkulanmak), işlik (önlük), ivemek (acele etmek/elini çabuk tutmak), kanırmak/kanırtmak (zorla döndürmek/eğmek), kekremsi/acımsı (acımtrak), kel (küçük, zayıf), kelermek (zayıflamak), kılık (kıyafet), kımıldamak (kıpırdamak, hareket etmek), kıpraşmak (hareketlenmek), kıran (salgın, salgın hastalık), kısık/kapız (küçük/büyük kanyon), kısmı (cimri), kıvrılıvermek (eğreti/gelişigüzel uyumak), kocaana-kocababa (babaanne-büyükbaba/dede), kolang/kolan (dokuma bağ/ip), koyak (vadi), könenmek/gönenmek (yanmak), köynemek/göynemek (yerle bir olmak, toprak kayması, heyelan), köz (ateş), kulin (tayın küçüğü), kurcalamak (araştırmak, karıştırmak), kurdanmak (bir şeylerle oyalanmak), kursak (mide), künde (günde), mağlıç (çekirdeksiz pamuk), mahana (bahane), mayışmak (iç geçmesi, rehavet, uyuklama), me/meh (dikkat çekme ve/veya ikram hitabı; me, beri bak veya al, buyur gibi), mertmen (dik yamaç), met-düllük (çelik-çomak), mıh (çivi), mirt mirt etmek (hareket etmek, yerinde duramamak), mittirgeç (kuş kapanında solucan takılan düzenek), muştu (müjde), muvar (pınar), Nişlen? (Ne iş yapıyorsun?), oba (avulun/ailenin büyüğü), ocaklık (şömine), ocumak/ocutmak (uzaklaşmak/uzaklaştırmak), oğmak/oğcalamak (masaj yapmak), okuntu (davetiye), olgamak (ulamak), oralı olmak/olmamak (aldırış etmek/etmemek), oynaşmak (flört etmek), örenek (model, örnek), ödlek (korkak), öğümek (mide bulantısı yüzünden kusacak gibi olmak), örk/örklemek (bağ/bağlamak), öş (alacakaranlık), ötürük (ishal), özemek (cacık veya ayran yapmak için yoğurdu sulandırmak), pavkırma (çakal/tilki sesi), payam (badem), pekitmek (sopa, taş, yumruk vb. vurmak), pelik-peserek (bölük pörçük), pılı-pırtı (giyim-kuşam), pırtmak (yerinden çıkmak, fırlamak), pısmak (saklanmak, sinmek), poçu/poşu (omuz örtüsü), pufurmak (şişirmek, üflemek), püse (katran), sası (tatsız-tuzsuz), say (taş), saykaralamak (baştan savmak), seyirtmek (koşmak), sırıtmak (gülümsemek), siğmek (erkek hayvanların dölsuyu salgılaması), sille (tokat), söbü (yuvarlak değil de sivrimsi olan), söğmek/sövmek (küfür etmek), süğmek (bitkinin dallarının uzaması), şapırdamak (yemek yerken ses çıkarmak), şaplak (avuç içi ile vurma), şapyakan (sözle ikna etme becerisi yüksek olan), şaşalamak (paniklemek/telaşlanmak), şırkılmak (ezilmek, kırılmak, perişan olmak), şinik (tahıl ölçü birimi), şirnimek (şımarmak, huysuzlaşmak), şo/şonu (şu/şunu), tağca/dahaca (hâlâ, henüz), tanımak (bakmak, bilmek), tek durmak/durmamak (uslu durmak/uslu durmamak), ten ten/tün tün (darmadağın), tengerek (teker/tekerlek), tengemek/tengimek (döne döne gitmek), tetir (leke), teylemek (seyretmek), tılısım/tılsım (büğü, ifrasa, totem), tımlı (çakı), tiftimek (kabarmak, tüylenmek), tiğdirmek/tiğdirtmek (fışkırmak/fışkırtmak), tilbiz (titiz), tingildemek (sıçramak), tirki (hamur leğeni), toklu (kuzunun büyüğü), tokuç (çamaşır yıkama aleti), tor (çekingen, ürkek), tosarmak (surat asmak), tosbağa (kaplumbağa), tuluk (deriden yapılan yayık) tünek/dünek (kümes), ulmak (çürümek), uluk (pasaklı), uluma (kurt sesi), us/uslu (akıl/akıllı), ülen/len (hitap sözü), üleşmek (bölüşmek, paylaşmak), ümük (boğaz, gırtlak), ün/ünlemek (ses/seslenmek), ütmek (oyunda, rakibin kozunu elinden almak), ütlemek (seçerek toplamak), üzüm çingili/tongulu (üzüm salkımı/salkım parçası), vıdıramak (rüzgâr gülü), yağanmak (birisi hakkında atıp tutmak), yakım/yakım yakmak (ağıt/ağıt yakmak), yakınmak (kendine acındırmak), yalamak (çam kabuğunun içindeki beyaz kısım), yamaç (karşı), yanaşmak (yakınlaşmak), yanış (elişi, örgü), yargın (sırt bölgesi), yasılmak (boyun eğmek, eğilmek), yay (yaz), yazgı (kader), yeğlemek (seçmek, tercih etmek), yeğnik (hafif), yekinmek (kalkmaya çalışmak), yerinmek (memnun olmamak), yitmek (kaybolmak), yufka (ince/ekmek türü), yüğürmek (hayvanları çiftleştirmek), yüksünmek (zoruna gitmek), yülemek (kesici aletleri bilemek/bileğilemek), zapıradak (koşarak), zapırdamak (koşuşturmak), zavadan (ansızın ve çok hızlı), zılgıt (azar, ses), zıvlatmak (ağacın dalını kesip, kabuğunu soymak)… diye uzayıp giden sözcükler Toroslardan Akdeniz kıyılarına doğru inildikçe seyrekleşmekle birlikte hâlâ kullanılmaktadır.

Atatürk’ün öncülüğünde başlayan dil ve tarih araştırmaları onun ölümü ile son bulmasa idi bugün Japonya’dan Finlandiya’ya, Dolganlardan Turuklara (çoğulu; Tuareg) kadar giden gönül ikliminde Türklerin ve Türkçenin konumu nere(ler)de olurdu acaba? Atatürk’ün ufku (vision) Amerika’daki Asya kökenli yerli topluluklara kadar ulaşmışken, yerine gelenler ne yazık ki Edirne ile Kars arasına sıkışıp kalmışlardır. Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Özay Gönlüm, Barış Manço, Kazım Mirşan, Haluk Tarcan, Servet Somuncuoğlu, Mustafa Taşağıl, Mustafa Aksoy gibi aydınların çabaları, çalışmaları; ortaya koydukları eserler ise umut vericidir. “Bütün ümidim gençliktedir.” diyen Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir bildiği vardır elbet.

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/