Ölümünden bugüne geçen 10 yıllık sürede onunla ilgili bir şeyler yazmak istesem de bir türlü yazamadım. Kalemi her elime alışımda kalemim titredi. Yüreğim, dilim kilitlendi. Bugün bir sendikacı üstadın: “Erol’un bugün ölüm yıldönümü yazmalısın artık. Yaşadığın süreçleri, diyaloglarını, anılarını anlatmalısın. Yeni sendikacı arkadaşların bunları duymaya ihtiyacı var.” hatırlatması; birbirinden farklı zamanlarda kopuk da olsa diyalog ve anılarımı yazmaya yöneltti.

2004 yılında İstanbul’a geldiğimde şubeye telefon açmış ve sendika üyesi olduğumu ve seninle tanışmak istediğimi söylemiş ardından da şube binasının yerini sormuştum. Bana: “Şube binasını boş ver sen. Nasılsa bir gün gelirsin. Yarın Bakırköy Özgürlük Meydanı’na gel. Orada görüşürüz.” demiştin. O an anlamıştım bir sendikaya üye olmanın ne demek olduğunu… Sendika demek, eylem demekti. İtiraz etmek, haykırmak demekti ve öyle de oldu. Ertesi gün Bakırköy Özgürlük Meydanında basın açıklaması gerçekleşti. Sonrasında meydanın yanındaki simitçide çay, simit eşliğinde tanışmıştık seninle.

Yine bir gün Aksaray’daki sendika binasından Fatih Cami’ne doğru yürürken, İslami çizgideki bir hareketi kastederek; “Abi, bak buraya vakıf inşaatına başladılar.” dediğimde senin sevineceğini umarken: “Bir bunlar kalmıştı sisteme yamanmayan, bunlar da gitti desene… Bina sahibi olmak sisteme teslim olmaktır.” Sözleriyle beni şaşırtmış ve duruşunu ortaya koymuştun. Ardından, Nikos Kazancakis’in, ‘’Yeniden Çarmıha Gerilmek’’ isimli kitabından olduğunu sonradan öğrendiğim bir öyküden bahsetmiştin:

’’Bir zamanlar iki kuş avcısı varmış. Dağa çıkıp ağlarını yaymışlar. Ertesi gün geri geldiklerinde ne görmüşler dersiniz? Ağları, tahtalı güvercinlerle doluymuş. Zavallı hayvanlar kaçıp kurtulmak için umutsuzca çırpınıyorlarmış, ama ağın delikleri çok küçükmüş. Nasıl geçsinler? ‘Kahrolası kuşlar bir deri bir kemik’ demiş avcılardan biri: ‘Bunları pazarda nasıl satarız?…’ ’Birkaç gün bekleyelim de biraz şişmanlasınlar.’ demiş öteki, böylece onlara yem vermişler, su içirmişler. Güvercinler de olanca güçleriyle yiyip içmeye başlamışlar. İçlerinden yalnızca biri hiçbir şey yememiş. Güvercinler her geçen gün biraz daha şişmanlıyorlarmış. Yalnızca biri giderek zayıflıyor ve inatla ağdan çıkmaya uğraşıyormuş. Bu durum avcıların onları pazara götürdükleri güne kadar sürmüş. Hiçbir şey yememiş olan güvercin o denli zayıflamış ki son bir çabayla ağın aralıklarından geçmeyi başarmış ve uçup gitmiş.; artık özgürmüş…’’

Yazar Ahmet Özcan, ‘’Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim’’ isimli kitabında bu öyküyü ‘’Gerçek bir toplumsal değişim için sistemin dışında olmak önemlidir. Bedensel ve zihinsel olarak sistemden beslenmemek ve varlığını kendi özgün ve özgür temellerinin üzerine kurmak zorunludur.” sözleriyle ifade etmiş ve devamında: ‘’Türkiye’de ‘’kutsal devlet’’ anlayışı üzerine bina edilmiş olan sistemin dışına çıkabilmek demek, devletin dışına çıkabilmek demektir. Bunun anlamı ise devletin örgütsel yapısına benzememek, hiyerarşik mekanizmasını taklit etmemek, ………… velhasıl hiçbir boyutuyla mikro devletler kurmamaktır.’’  diyerek değerlendirmiş, değerli abim.

Sistemden beslenmenin bedelinin uçup giden özgürlüğümüz ve irademiz olduğunu senden o gün öğrenmiştim Erol Abi. Bugün daha iyi anlıyorum seni… Otomobillerimiz, binalarımız var hamdolsun ama ne kadar bağımsız ve özgürüz? Sorusu cevabını arıyor.

Bana “Celal Hocam! Sendika işine; ev, otomobil kampanyası vs. sokma. Sadece sendikacılık yap. Üyeden gelen aidatları biriktirme. Biz ticarethane değiliz. Üyenin parasını yine üyeye harca.” diye nasihatlerde bulunmuştun. Ne kadar haklı olduğun her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.

Yine o yürüyüşümüz esnasında görevini savsakladığı ve ciddiyetle yerine getirmediği için görevden alınması teklif edilen bir ilçe başkanının durumu için: “Vefa sırtta ağır bir yük Celal Hocam! 28 Şubat’ta sendikanın zor günlerinde bu davanın yükünü çekmiş bir insanımıza şimdi performansı düştü diye görevden el çektiremeyiz.” demiş ve vefanın bir geçmiş dönem nostaljisi olmadığını, geçmişe ait bir şey olmayıp içinde bulunulan zaman diliminde de fiilen yerine getirilmesi gerektiğini anlatmıştın.

Kıraç ilkokulunda üye yaptığımız arkadaşların üyelik formlarını şubeye getirdiğimde bana dönerek: “Sen bu şubeye üye formlarını getirmek için mi geldin? Yoksa bu tarafta bir işin vardı da geçerken üye formlarını da bırakayım mı dedin?” sorusunu yöneltmiş. Benden: “Üye formlarını getirmek için geldim abi.” Cevabını aldığında Şube yöneticimiz Tahir Beye dönerek: “O zaman hocamın yol parasını ödeyelim, Tahir Hocam.” demiştin. Ben kabul etmeyince de ısrarcı olmuştun. Teşkilatçılığın empati boyutunu orada öğrenmiştim.

Herkes, senin bir bürokratın yüzüne karşı: “Sen, yakanın ön yüzünde bir rozet arka yüzünde bir başka rozet taşıyorsun.” dediğini anlatır. Ama senin aynı ifadeleri, İstanbul’un o dönemki en yetkili parti yöneticilerinden birinin yüzüne karşı da sarf ettiğini kimse söylemez.

Genel Merkez Teşkilat Başkanlığı yaptın. Teşkilat Başkanlığı görevini yerine getirirken kimsenin alt kimliğine bakmadın. Kimseyi alt kimlikleri üzerinden ayrıştırmadın. Üst kimliklerinin Eğitim-Bir-Sen olması senin için yeterliydi. Seni sevmeseler, sana oy vermeseler, senin adamın olmasalar da senin için Eğitim-Bir-Sen üst kimlikleri yeterli oldu. Kendi kadrolarını oluşturmanın peşinde olmadın hiçbir zaman. İşte bu yüzden senin ardından “Yalnız Adam Erol Battal” yazısı yazıldı. Durdu Mehmet Doğan “Yalnız Adam Erol Battal” yazısında:

“Canı sıkkın sigarasını yudumluyordu.

Etrafında kimsecikler yoktu.

Oysa her zaman kalabalıkların ortasında

Dostlar diye başlardı konuşmasına

Oysa şimdi dostlarım diyemiyordu, yalnızdı.

Sigarasının birini bitirmeden diğerini yakıyordu.” dizelerini dillendirdi.

İşte ben, senin o sigaranı tüttürdüğün gün terk ettim kitle popülizmini. O gün gördüm ki teşkilatlar da hata yaparmış. Teşkilatlar da yanlışa düşer, pişmanlıklar yaşarmış. Kalabalıklar her zaman haklı olmaz, delege demokrasisi bazen tabanın tercihini saptırabilirmiş.

Bir de Erol Abi, çay, sigara, kitapla bütünleştiğin kadar, sendikada seninle yediğim zeytin ve helvayı unutamadım. Dünyanın en iyi zeytini, en iyi helvasıydılar benim için. Çünkü yanı başımda koca bir çınar gibi yaslandığım ve gölgesinde ferahladığım sen vardın.

Severek izlediğim “Ezel” dizisinde Ramiz Karaeski karakterinin bir Jilet Ahmet sahnesi vardı. Kahveye gelen Ramiz Karaeski kahvedekilere dönerek:

“Jilet Ahmet sevdiğimiz bir abimizdi. Janti adamdı, adabı giyinmeyi çok iyi bilirdi. Mesela ben bilmem. Çok gülerdi, ben gülmem. Bu kapıdaki arkadaş abi köye para dediğinde sırtını dönerdi. Ben dönmem. Agop, abi beni kapıdan al dediğinde dalga geçerdi. Ben geçmem. Jilet Ahmet sevdiğimiz bir abimizdi ama parayı da bi tuhaf dağıtırdı. Ne varsa elinde gene döner dolaşır onun elinde kalırdı. Benim kalmaz. Bizde para masaya konur. Herkes ihtiyacı kadarını alır. Jilet abim silahını adamına taşıtırdı. Ben silahımı saklamam. Abim bu masaya şöyle fiyakalı, ama biraz da yamuk otururdu. Ben arkamı arkadaşlara verince, şöyle yaslanırım bi geriye. Koltuk sende kalsın kardeş, arkamda durma yeter.” diyordu.

Bu sahneyi ne zaman izlesem aklıma sen geliyorsun be Erol Abi! Son kongrende “Sigara içmekten dişerim sararmış. Dişlerini yaptır diyorlar. İyi giyinmiyormuşum. İyi giyin diyorlar. Ben kasaba politikacısı değilim ki…” diyordun. Bakanlığa görüşmeye giderken giyimine değil elindeki dosyalara odaklandığını söylüyorlar. Artık devir değişti be Abi!

Sen raconu olan adamdın. Adam gibi adamdın. Bugün de birilerinin yazdığı gibi “O günde sırma saçlı, badem gözlüydün. Bugün de öylesin.” bilenler için…

Bugün 28 Eylül, canım kızımın doğum günü, aynı zamanda senin aramızdan ayrıldığın gün. Karmakarışık duygular içindeyim abim. Emanetin emanetimizdir. Çizdiğin yol yolumuz… Kim ne derse desin…

Saygı ve hürmetle… Nur içinde yat abim…

Celal Demirci