Değer Üzerine:

          Son dönemlerde eğitim sistemimiz içerisinde “değerler eğitimi” önemli bir konu olarak gündeme gelmiş olup; bu alanla ilgili olarak hem örgün eğitim kurumlarında(okullarda) hem de yerel/sivil kurumlarda(belediye/dernek/vakıf) farklı proje ve etkinliklerin ana teması olarak etkinlik programlarına alınmıştır.  Bilindiği gibi bu tür etkinliklerden amaçlandığı şekliyle uygun neticeler alınıp alınmadığını anlamanın tek yolu, değerlerin bireyde davranışa dönüşüp dönüşmediğine bakmaktır. Bazen çok güzel ve gösterişli çabalara rağmen, istenilen davranışları ortaya oyamamanın üzüntüsünü toplumca yaşamaktayız.

          Varlık, bilgi ve değer, felsefenin alanına giren üç temel problemdir.  Değer, insanın kendinin dışındaki dünyayla gerçekleştirdiği bağlantıda ortaya çıkan olgular bütünü olarak ya da bir varlığın ruhsal, toplumsal, ahlaksal ya da güzellik yönünden taşıdığı düşünülen yüksek ya da yararlı nitelik olarak tanımlanabilir. İlk çağ filozoflarından Platon’a göre insanın ölümsüzlüğü onun manevi tarafına bağlıdır. Bundan dolayı değerler problemi Platon’un düşüncesinde manevi bir nitelik olarak tanımlanır. Modern toplum varlığı tanımlayıp anlam verirken metafizik alanları ıskalamayı kendi düşünce sistematiğinin bir gereği olarak görmüş ve oluşturmaya çalıştığı toplumun değerler alanını daha çok normatif ilişkiler olarak düzenlemeye çalışmıştır. Bu belki mekanik bir medeniyet oluşturma noktasında başarılı bir tercih sayılabilir. Ne de olsa modern yaşam ve piyasa ekonomisi herkesi(karşı çıkanları da) kuşatmış durumda. Gelinen noktada batı medeniyeti,  insani değerleri hesaba katmayarak (kendisinin dışında) tüm dünyayı sömürülmesi gereken bir alan olarak görmektedir.  

          Batılı anlamda aydınlanma hareketine soyunan aydınlarımız, toplumsal yapımızın kimyasını oluşturan değerler alanını gündeminden çıkararak işe başlayınca, bir türlü bitmek bilmeyen sosyal travmaların girdabında debelenmek zorunda bırakıldık. İnsanımız top yekûn bir kültürel değişim programına tabi tutuldu. Bu süreçte kültürel kimliğimizin yapı taşlarını oluşturan yerel değerlerimiz tedavülden kaldırılmaya çalışılmıştır. Ortaya çıkan kimlik krizinin pratik sonuçları olarak kendiyle sürekli cebelleşen bir toplum halini aldığımızı rahatlıkla görebilmekteyiz. Üstadın ironik üslubu; “…Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan ve bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranının yenemeyip kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi,…” diye tasvir eder. 

Adalet Üzerine:

          Bu noktada özellikle toplumsal hayatımızdaki ilişkilerin temelini oluşturan ve tüm değerlerin anası olarak kabul edebileceğimiz “adalet” i gündeme getirmek istedim. Adalet, günlük yaşam içinde yaptığımız konuşmaların, sorunların, tartışmaların, kavgaların özünü oluşturan bir kavram. Sıklıkla göremediğimiz, ıskalanan bir değer. Bireysel olarak en çok yaygaramız ve söylenmelerimiz,  kendi haklarımız ihlal edildiğinde baş gösterir. Bir başkası haksızlığa uğradığında ise ve eğer işimize gelen bir durumsa en basit haliyle susmayı tercih ederiz. Tutumlarımızın böyle olmasının açıklanabilir bir izahı olmasa da; temelinde değerler eğitiminin verilmediği yani, meselenin aslında bir eğitim meselesi olduğunu; yokluğunu dillendirdiğimiz durumun eksik eğitimden kaynaklandığını söyleriz. Oysa doğumumuzdan itibaren başta ailemiz olmak üzere, çevremiz ve okulların temel derdi bizi eğitmektir. Demek oluyor ki aslında eğitildiğimizi zannetmekten öte bir gerçeğimiz yok gibi…Oysa, yaşamımıza anlam yükleme noktasında, en temel ölçüt adalet olmalıdır.  Ontolojik olarak kabullenilen tüm denklemler adil olma üzerine kurulu iken, adil davranamamanın nedenini anlamak için ömrün tükenmesini beklemek gerekecek.

          Kabul edilen değerlerin referansının ne olduğu, o değere verilen önemin derecesini belirler. Bu referans ilahi bir gerekçe ise ve buna inanılıyorsa, beklenti ve duruş ilahi kaynağa ait olduğu için davranışlar kişiye görelilik içermez. Davranışlardan beklenen razı olma hali bireyin kendi dışındadır. Bizim geleneğimiz özellikle adaleti öncelerken Hz. Ömer’ i örnek alır ve Adaletin mülkün temeli olduğunu özellikle belirtir. Kutsal metin Kur’anda “Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın!...” (Maide-8) hükmü, asıl meselenin ne olduğu konusunda özellikle inanları uyarır.

Pratiklerimiz:

          Bir ülkenin adalet sistemindeki iş yükü neyin belirtisidir? İnsanların bireysel, toplumsal ve ticari ilişkileri ile devlet birey arasında oluşan problemler ve bu problemlerin çözüm merci adalet sistemine devrediliyorsa, burada ciddi ciddi düşünmek gerekir. Detaylı düşünmeden ilk şu akla gelir: demek ki vatandaşların haklarıyla ilgili bir sıkıntı var ki çareyi adalet mekanizmalarında aramaktalar. Diğer yandan kamu yönetiminde var olan uygulamalarda yapılan haksızlıklarla ilgili olarak, kamu görevlileri haklarını alabilmek için idari yargı yoluna gitmekteler. Peki bu ne anlama geliyor? Yetkili ve karar verici konusundaki kamu görevlisi birinin hakkının ihlaline yönelik karar veriyor ki, kişi hakkını aramak için mahkemeye başvurmak zorunda kalmaktadır.

          Değerlerin içselleştirilememesi gibi bir gerçekle karşı karşıyayız. Adil olma halinin bozulması aslında hakkın ihlali anlamı taşır. Yani geleneğimiz/inanç sistemimizdeki “kul hakkı” nın ihlalidir. Kul hakkının, hesap gününde boynuna dolanacağını ve affının olmadığına inanan bireyler, trafikte giderken bile yapılan şerit ihlalinin de bir kul hakkı olduğu bilinciyle daha titiz bir davranış göstermeleri gerekir.

Ehliyet ve Liyakat:

          Özellikle kamuda yapılan haksızlıkların kul hakkı ihlali olduğunu ve bu hak ile helalleşmenin pratikte pek mümkün olmadığının farkında olmak, uykuları kaçıran bir durumdur. Kamu ve özel sektörde personel istihdamında çoklu niteliğin belirlenmesi  amacıyla uygulanan en iyi yöntemlerden biri mülakattır. Lakin mülakatın (özellikle kamuda) faklı niyetler taşınmadan, kendi usulüne uygun şekilde, objektif kriterlerle ve yetkin kişilerce yapılması gerekir. Tereddütsüz itina ile uyulması gereken ilke, ehliyet ve liyakattir. Göreve atanma ve görevde yükselmede bir usul olarak uygulanan “mülakatın” sağlıklı yürütülmemesi durumunda telafisi mümkün olmayan hak ihlallerini gündeme getirmektedir.  Sahih rivayetler gösterdi ki, ehliyet ve liyakate uygun hareket edebilme davranışı, bulunulan pozisyona göre değişiklik göstermektedir. Yani, bulunulan makamın kişide bıraktığı haleti ruhiye, kişiliği ve kişideki (bulunduğu zannedilen) değeri çeldirebilmektedir.

        Değerler eğitimi ile değerlenemiyorsak; yöntemimizde ve niyetimizde bir sorun var demektir. Bu sorunu aşmak için, evvela kendi gerçeğimizi masaya yatırıp; “ne idüğümüzün” farkına varmamız; daha sonra da varsa bir “kaygımız”, yeniden kendimizi inşa etmemiz gerekecektir. Selam ve Muhabbetle…

Zafer ÖZER, Eğitimci