Kamudanhaber-  Hak kavramı, hukuk felsefesinin ya da ahlakçı bir retoriğin her türlü sınama ya da test edilme imkanından mahrum olan estetik ve formel bir aracı değil, tam aksine tüm insani ilişkiler alanını kuşatacak şekilde tecessüm eden ve her bir bireyin yekdiğerine karşı sorumluluk alanını ve sınırını belirleyen somut bir hukuki kriter, herkesin uymakla mükellef olduğu ahlaki bir ödev ve amaçtır. Dolayısıyla bu kavram, yalnızca vatandaş ile devlet arasındaki dünyevi ilişkinin değil, kul ile Allah arasındaki ebedi ilişkinin de ana karakteridir. Zira herhangi bir hakkın ihlali karşısında takınılan somut tavır, devletlerin hukukiliğinin ya da hukuk devleti olma iddialarının sınanmasına fırsat sağladığı kadar, sıradan insanların dindarlıklarının da olgusal düzeyde test edilmesine imkân sunar. Kaldı ki, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diyen bir Peygamberin ümmeti olma onur ve şerefine nail olmuş bir Müslüman için, bu, vazgeçilemez bir yaşam(a) ilkesi, kötülüğün her türüyle mücadele etme misyonunun da bir gereğidir. 

Haksızlık karşısında susmakla iştigal etmenin Peygamber Efendimizin hadis-i şerifinde karşılığını bulan bu dramatik tasvirine muhatap olmak istemeyen her Müslümanın, yaşadığı çağa ve bizatihi tanığı olduğu olay ve olgulara adil ve cesur şekilde şahitlik etmesi gerekir. Hele bu türden bir şahitlik, 15 Temmuz menfur darbe girişiminin ardından başlayan ve el’ân devam eden zor ve sıradışı konjonktürü, kendi kişisel ve/veya zümrevi çıkar ve hırsları doğrultusunda manipüle etmeye çalışanların ürettiği kötülük ve haksızlıklar karşısında daha da büyük bir önem kazanmaktadır. 

Aydın namusu

Esasında bu hepimize, ama en çok da gazeteci ya da yorumcu sıfatını taşıyan basın-yayın mensuplarına düşen ulvi bir sorumluluktur. Güncel politik süreçleri ve toplumsal hadiseleri yakından takip eden ve başkalarına nazaran olay, olgu ve kişilere ilişkin daha nitelikli ve derin bilgilere vakıf olan bu insanların halkı bilgilendirme ve yönlendirme noktasında geniş bir işlevsellik ve etki alanına sahip olduğu açıktır. Nitekim yazılı ve görsel medya mensuplarının FETÖ terör örgütüyle mücadele sürecinde son derece önemli ve olumlu katkıları olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Ancak 15 Temmuz sonrasının hassas ve çalkantılı atmosferini bahane ederek haysiyet cellatlığına soyunan ve bu süreci, kişisel ve entelektüel nüfuz alanını artırmak, mesleki reytingini yükseltmek için kullanan fırsatçıların bulunduğu da bir gerçektir.

Bugün yazılı ve görsel medya organları, her durumu ranta devşirme maharetine sahip olan bu türden fırsatçılarla ve onların neden olduğu haksızlıkların örnekleriyle doludur. İnsanların bu haksızlıklar karşısında çoğunlukla kendisini savunma şansı bile olmamakta ve kendi payına düşen, daha doğrusu reva görülen kaderi yaşamak zorunda bırakılmaktadır. Bu, Türk basın tarihi açısından çok da şaşırtıcı olmayan bir durumdur. Burada şaşırtıcı ve dahası üzücü olan, cesur ve dürüst duruşuyla temayüz etmiş ya da en azından bizim tarafımızdan öyle bilinen bazı gazetecilerin de benzer davranış kodlarıyla hareket etmesi, doğru ile yanlışı ayırt etme hassasiyetinden uzaklaşmasıdır.

Örneğin FETÖ’yle mücadelenin tüm erdemlerini tek başına sahiplenecek kadar hırslı ve egosantrik bir görüntü sergilemeye başlayan bir profil türemekte; bu tip, hedefe koyduğu kişi ya da kişilere herhangi bir delil, belge veya illiyet bağı aramaksızın her türlü suçu isnat edebilmekte, kulaktan dolma bilgilerle onları adeta bu süreçteki tüm günahların müsebbibi ve bütün kötülüklerin kaynağı olan mücrimler şeklinde konumlandırarak dilediğince tahkir edebilmektedir. Buradaki sorun, aydın namusu olarak nitelendirebileceğimiz vicdani ve rasyonel sınırın çiğnenmesi, iftira ve kötülüğün sıradanlaştırmasıdır.

Eski İçişleri Bakanı Efkan Âlâ’ya atıfla dile getirdiği akla ziyan iddia ve iftiralar, kötülüğün nasıl da sıradanlaştırdığının en çarpıcı ve sansasyonel örneğini oluşturmaktadır. Hakikatle iştigal etmenin hikmetinden bihaber olanlar, Efkan Âlâ’nın 15 Temmuz darbe gecesinde hangarlarda gizlendiğini ve yeri belli olmasın diye telefonunu kapatıp saklanmaya çalışan bir “ödlek” olduğunu iddia edebilecek kadar akıl, ahlak ve izandan uzaklaşabilmektedir.  

Bütün toplum kesimlerince kabul edildiği, tüm siyasilerce onandığı ve 17/25 Aralık darbe teşebbüsleri sürecinde ortaya çıkan illegal ses kayıtları ve yasadışı tapelerle de kanıtlandığı üzere, Efkan Âlâ, FETÖ terör örgütünün uzun yıllara yayılan bir hazırlıkla, takiyeci bir yaklaşımla ve her türlü hukuksal-ahlaki kriteri göz ardı ederek başlattığı devleti ele geçirme operasyonunu boşa çıkaran ve bu çeteye karşı suçüstü yapan değerli bir devlet adamıdır.

Cehalet ve kesin inançlılık

FETÖ terör örgütünün kırk yılı aşkın süredir devam eden takiyeciliğinin arkasındaki gerçekliği ilk teşhir edenlerden ve bu uğurda en gözü pek mücadeleyi verenlerden biri olan Efkan Âlâ’yı “ödleklikle” itham etmenin gerekçesi, kaskatı ve karanlık bir cehalet değilse eğer, ar ya da hayâ denen erdemden yoksun olmanın getirdiği kesin inançlılıktır.

Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlardan olmamak ve yiğidin hakkını yiğide verme düsturuna uymak adına yaptığımız bu kısa izahtan sonra, Efgan Âlâ’nın “hangarlarda saklandığı ve yeri belli olmasın diye telefonunu kapattığı” yönündeki içi boş iddiayı maddeler halinde yanıtlamaya başlayabiliriz. 

1 - 15 Temmuz menfur darbe girişiminin başladığı saatlerde, THY’nin tarifeli uçağıyla Erzurum’dan Ankara’ya dönüş yolculuğu yapan Âlâ, Esenboğa Havalimanı’na indikten hemen sonra darbe teşebbüsüne muttali olmuş ve bu andan itibaren de canhıraş bir şekilde darbecilerle mücadeleye başlamıştır. Tabii FETÖ mensubu darbecilerin olası saldırılarına direnmek üzere havalimanına akın eden vatansever insanların şehre giden yollar üzerinde oluşturduğu yoğunluk nedeniyle Ankara merkezine intikalini gerçekleştirememiştir. Darbecilerin hedefindeki en önemli isimlerden biri olan Âlâ, bunun üzerine havalimanındaki VIP salonunun hemen yanı başında bulunan ve Sn. Cumhurbaşkanımızın kullandığı uçakların muhafaza edildiği hangar salonunu bir çeşit operasyon üssüne dönüştürmüş ve yakın ekibiyle birlikte tüm darbe sürecini oradan yönetmiştir.

2 - Âlâ, saklandığı iddia edilen bu hangar salonundan, başta NTV olmak üzere, birçok televizyon kanalına canlı telefon bağlantıları gerçekleştirmiş ve kendi ifadesiyle “halkımızı bu rezalete bir son vermek üzere” sokaklara davet etmiştir. Âlâ’nın NTV’de bu çağrıyı yaptığı saatte, Sn. Cumhurbaşkanımız henüz CNN Türk’teki görüntülü cep telefonu konuşmasını yapmış değildir.

3 - Âlâ, bununla da yetinmemiş, kapalı olduğu iddia edilen cep telefonundan başta Sn. Gökçek olmak üzere, birçok bürokratik, siyasi ve askeri yetkiliyi arayarak onlara gerekli tedbirleri almaları yönünde seri talimatlar vermiştir. Örneğin, Âlâ’nın talimatı üzerine Sn. Gökçek iş makinalarını garnizon çıkışlarına yerleştirmeye başlamıştır. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’le de görüşerek ülke genelindeki tüm camilerden selâlar okunmasını sağlamış, halkın darbe teşebbüsüne karşı direncini artıracak tedbirler aldırmıştır.

4 - Emniyet Genel Müdürü’ne “darbecilere karşı tüm ülke genelinde silahla ve kararlılıkla müdahale edilmesi” talimatını iletmiştir.

5 - İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, tüm il valileriyle irtibata geçerek, gerekli tedbirlerin alınması ve darbecilerle sonuna kadar mücadele edilmesi yönünde sözlü ve yazılı talimatlarını bildirmiştir.

6 - Bursa Emniyet Müdürü’ne verdiği talimatla, Bursa İl Jandarma Komutanı’nın ve bu sayede de darbe plan ve belgelerinin yakalanmasını sağlamış, söz konusu belgelerde ismi geçen tüm komutanların gözaltına alınması talimatını vermiş, Sahil Güvenlik Komutanını da dâhil olmak üzere, general düzeyindeki 29 kişiyi aynı gece açığa almıştır.

7 - Darbe gecesinin zor ve çetin şartlarında, Diyarbakır ve Elazığ’da bulunan 7800 özel harekât polisinin birkaç saat içinde Ankara’ya intikalini sağlamış, bu sayede darbeciler püskürtülmeye başlamıştır.

8 - Pursaklar ve Kazan Belediye Başkanları ile görüşmeler gerçekleştirmiş, darbecilerin karargâhı olan Akıncılar Hava Üssü’ne 5 bin vatandaşın yönlendirilmesini sağlamıştır.

9 - Âlâ, Sn. Cumhurbaşkanımızla da sürekli temas kurmaya çalışmış ve kendisine ulaşabildiği ilk andan itibaren hep istişare halinde kalarak, gece boyunca bu görüşme trafiğini devam ettirmiştir.  Şimdi, gerek telefon kayıtlarıyla gerekse 15 Temmuz gecesinin televizyon arşivleriyle sabit olan bu gerçeklikler ışığında, bir kez daha soruyoruz: Bir gazetecinin temel görevlerinden biri, olası bir haberi kaynak, içerik, dil ve zaman açısından sorgulamak, herhangi bir çıkar ya da angajman gözetmeksizin bu haberin doğruluğunu araştırmak değil midir? Kaldı ki bu, yalnızca insani bir sorumluluk değil, inananlar için ilahi bir görevdir de. Hucurât Suresinde Cenab-ı Allah “Ey inananlar, bir fasık size bir haber getirdiğinde bunun doğru yahut yanlış veya yalan olup olmadığını araştırıp iyice bir anlayın; yoksa bir topluluğa, bilgisizlikle bir kötülükte bulunur da yaptığınıza nadim oluverirsiniz” buyuruyor. Biz de yazımızı, bu ayet-i kerimenin anlamına uygun düşecek şekilde, Hz. Ali’nin sadece inananlar için değil, yekdiğerinin hukukuna saygı duyan her bir insan için kılavuz niteliğini taşıyan şu güzel özdeyişiyle bitirelim: “İyilik yapandan şüphelenmek, haksızlıkların en çirkini ve günahların en büyüğüdür”.   

KAYNAK:STAR