Empatiyi Farklı Anlamak:

          Bu kadar gerilmeyi, hasmane tutumu, özellikle duygusal nazarda birbirinden uzaklaşmayı toplumumuz gerçekten kaldıramaz. Hiçbir toplum da kaldıramaz. Bu haliyle sosyal yapıda müşterek bir bilinç oluşamayacağı gibi, sevgi saygı temelli bir uzlaşı kültürü de kesinlikle oluşamaz ve insanlar hep yaşamlarını bir güvensizlik içinde sürdürmeye devam ederler. Bu durum iyi ve sürdürülebilir bir hal değildir. Her zaman sözünü ettiğimiz o kadar ortak payda, kültürel geçmiş ve yaşatılan değer var ki, neyin paylaşımını yapamadığımıza anlam veremiyorum. İş dönüp dolaşıp politik alandaki farklı yönelim ve tercihlere dayanmaktadır. Bayramlarda bile sohbet konumuz aramamızdaki mesafeyi daha çok aralayıp, ayrışmalara zemin hazırlayan politik tercihler ve olayları hep tek boyuttan değerlendirmelerimiz oluşturmaktadır. Her haliyle iyi niyet taşımadığı belli olan, milleti birbirine düşürmeyi hedefleyen provokatif ya da düşüncesizce yapılmış bir olayın daha faili belli olmadan taraflar birbirlerini acımasızca suçlayabiliyorlar. Bu gerçekten hazin bir durum. Yani biraz bekleyip devletin emniyet gücü failleri belirleyince cebelleşilse daha akıllıca bir iş yapılmış olunmaz mı? Azıcık düşünce ve vicdan işi çözer. Hani insan ilişkilerinde çok kullandığımız “empati” diye bir kavram var ya…Sanki bu kavramın anlamını bilincimize işlemek yerine askıya almayı tercih etmekteyiz. İçimizdeki ilkel dürtülere mani olmada yeterince beceri sahibi değiliz gibi…Oysa küçük bir çaba her şeyi güzelliğe çevirebilir. Tüm açılardan empati kavramını hayatımıza uygulayalım. Karşıdakini, yani bizim gibi düşünmeyeni anlamanın, onun yerine kendimizi koymanın ötesinde bir şeyler yapalım. O hep ötekileştirmeye bahane ettiğimiz ideolojik/politik tercihlerimiz üzerinden de (değer ve inanç) empatiyi kullanalım.  Bir süreliğine hiç beğenmediğimiz karşıt düşünceyi benimseyelim. Bu düşüncenin iddialarını sav olarak ileri sürelim. Karşı düşüncede olarak gördüğümüz kişilerin ideolojik/politik kimliğine bir süreliğine sahip olmayı deneyelim.

          Mesela, sağcı isek bir süreliğine solcu olalım. Benimsediğimiz inanç ve değerlerin yerine karşıdakilerin inanç ve değerleri benimsediğimizi düşünelim. Neden böyle bir tercihte bulunduğumuzu, bizi/birilerini bu tercihe iten sebeplerin ne olduğunu, evrensel değer ve ilkeler ölçüsünde bu tercihlerin iyi/kötü, doğru/yanlış olup olmadıklarını, yapılan tercihin çok yönlü derin düşünce ve kıyaslamalar neticesinde iradi bir şekilde mi, yoksa kişinin bulunduğu ortam ve yaşantılar neticesinde mi tercih edildiğini, bu düşünce içerisinde bize ve ötekilere zarar verebilecek unsurların olup olmadığını, tercih edilen düşüncenin aslında neyi murat ettiğini, düşünce içerisinde gerçekçi olmayan unsurların neler olduğunu, düşünce ile ilgili hangi alanların geliştirilebileceğini, ikame ettiğimiz düşüncenin ontolojisiyle kendi düşüncemizin ontolojisi arasında ciddi bir farkın olup olmadığını, böyle bir tercih içeresinde iken karşı düşüncedekilerin bize nasıl davranmasını istediğimizi sahici bir şekilde derin derin  düşünelim. Bu düşüncelerden sonra eski düşünsel kimliğimize geri dönelim. Yaptığımız bu empati serüveninden sonra yeniden oturup düşünelim: Biz neyi paylaşamıyoruz? İnsanlar bir düşünceyi tercih ederken ya da farklı düşünürken bir şeylerin kötü olmasını istediği için mi böyle düşünmekteler? gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışalım.

          Diğer taraftan şunları düşünelim: Tercihlerimizi belirlerken ya da bir konuda yargıya varırken bizi bu tercih ve yargıya taşıyan sebepler nelerdir? Bizden farklı düşünenlere karşı tahammülsüzlüğümüzün nedeni nedir acaba? Ötekine karşı oluşturduğumuz olumsuz tavır ve davranışların nedeni, taşıdığımız değer/inanç ve ahlaki öğretilerin bir gereği mi? Yoksa geçmişe ait travmalarımızı tolere etmenin farklı bir yolu mu? Ya da tür olarak insanın kendi varlığını/akıbetini güvende tutabilmek için genetik kodlarına işlenen –öteki her daim tehdit oluşturabilir, kendimi güvende tutabilmem için ötekinin muhtemel zarının önüne geçmeliyim dürtüsü mü? Yine insanın belki de en ilkel dürtüsü –kan dökücü özelliğimize mi hakim olamıyoruz.  Benimsediğimiz inanç sisteminde bu tavsiye ve emirler var mı, var olduğu zannedilen bu inanç sistemimizi ne kadar tanıyoruz, inancımızın esaslarını kendi çabamızla araştırarak mı yoksa birilerinin bize öğrettiği şekliyle mi tanıyoruz? Bütün bu sorulara kendimizi tatmin edecek düzeyde cevaplar bulmamız gerekecek. Bu elbette zahmetli bir iş.

İnanca Tahvil Edilen Husumet ve Düşmanlığın Kaynağı:

          Önemli bir düşünürümüz(Dücane Cündioğlu),  işid ve işid’ e katılanlar hakkındaki bir söyleşisinde: “Cihada katılan bilir ki şiddet, sertlik, terorizm, korkutma ve katliam mubahtır” deniliyor. Dinde böyle bir şey var mı?  "- Yorumu kimin ve niçin yaptığı önemli. Oysa bizim hakkında konuştuğumuz ana sorun, İslam dünyasının bilinci değil, bilinçdışı. Sözünü ettiğiniz dil, irrasyonel, çünkü duyusal ve duygusal. Ortadoğu’da olup bitenleri ancak bir düş yorumcusu hakkını vererek yorumlayabilir. İlgisiz, ilişkisiz, kopuk kopuk, muhayyileye dayalı fragmanların oluşturduğu bir düş ortamındayız. Bu yüzden gerçek olguları değil, düşleri yorumladığımızın bilincinde olmalıyız, hatta bir kâbusu. Freud, “Hiçbir düş geleceği göstermez” der. Düşler, gelecekten önce geçmişi analiz etmek için birer vasıta. “Dün ne oldu?”nun yanıtı alınmadan hiçbir düş bugünden bakılarak yorumlanamaz.”

          Bin Ladin, “Siz hayatı ne kadar seviyorsanız, onlar da ölümü o kadar seviyorlar” demişti. Bu ölüm tutkusunun açıklaması nedir? “İşkence görmüş biri olarak diyebilirim ki işkence sırasında ölüm, bazen yaşamaktan sevimli gelir insana. Ölüme bu denli sevdalanmanın nedeni insanca yaşama dair hiçbir umudun kalmaması. Eşini, çoluğunu çocuğunu alıp işit’e katılanların ruh dünyasında, ölümde bir karşılık bulmaktan çok yaşamda bir karşılık bulamama halinin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Neşenin yokluğu en temelde arzu yokluğuna dönüyor, arzu yokluğu haz yokluğuna, haz yokluğu ise yaşamı sürdürme güdüsünün yara almasına. Din sadece bu halin bir ifade aracı, kesinlikle asıl gerekçesi değil.”

          Birazcık düşünelim. Hayatı onurluca ve güven içinde yaşamak herkesin hakkı. Kendimiz ve kendi tercihlerimizin vazgeçilmez olduğunu düşünmek nevrotik bir durumdur. Çoğu kez ilk çocukluk ve ergenlik döneminde karşılaştığımız travmalar, yaşarken oluşan kesintiler bizim yaşama dair algılamızı şekillendirir. Olumsuz hallerimizi görmezden gelerek ve hatta bu hataları olumlayıp kutsiyet atfederek bizi bir cennetin beklediği muhayyilesine kapılmayalım. Zihnimizdeki insana ve inanca dair ana öncüllerimizi akıl ve vicdanın muhasebesine tabi tutalım. Bunu yapmadığımız taktirde iyi/doğru yaşama dair çıkarımlarımız hep arızalı olacak; neticede (belki farkında olmadan) hem kendimize ve hem de ötekilerine yaşamı çekilmez hale getirip zulmedip duracağız. Yani zor da olsa doğruyu tercih edelim. Vesselam.

Zafer Özer-Maarif Müfettişi