Câri açık nedir? Kabaca bir tarifle, bir ülkenin belirli bir tarih aralığında misal 1 Ocak-31 Ocak gibi aylık veya 1 Ocak-31 Aralık gibi yıllık zaman dilimlerinde ürettiği mal ve hizmet değerleri ile tükettiği yahut ihtiyaç duyduğu değerlerin toplamı arasındaki farktır. Daha da basitleştirecek olursak bir emekçinin aylık gelir-gider tablosuna benzer bir durum söz konusudur. Şöyle ki, aylığınız asgarî ücrete tâbi ise bir aylık zaman diliminde bu ücrete denk harcama yapmanız gerekir. Fazla harcama yaptığınız takdirde ise ileriki aylarda kemer sıkarak bu açığı kapatmak; olmadı evdeki halıyı-kilimi haraç-mezat satıp borcunuzu ödemek zorunda kalırsınız. Ana-baba, bacı-kardeşten de yardım alabilirsiniz tabi. Ama söz konusu ülkeler ve uluslararası ilişkiler olunca ana-baba, bacı-kardeş ilişkisinin yerini borç (credit) senetleri alır. Gerçi Kurtuluş Savaşı yıllarında Azerbaycan Demokratik/Halk Cumhuriyeti, Buhara Hanlığı gibi kardeş ülkelerden karşılıksız yardım görmüştük. Sonraki yıllarda bu kardeşlerimizi unutmamız ise ayrı bir fasıl, ayrı bir ayıbımız...

Türkiye’de câri açık sorunu ilk kez Devlet-i Âli (Osmanlı) döneminde ortaya çıkmıştır. Câri açık doğal olarak borçlanmayı getirmiş ve Devlet-i Âli, ilk dış borcu 1854 yılında Kırım Savaşı’nın masraflarını karşılamak için almıştır. 1875 yılına gelindiğinde dış borcun bütçeye oranı % 25’leri bulmuş ve aynı yıl Devlet-i Âli dış borç ödemelerini durdurduğunu (moratorium) ilân etmek zorunda kalmıştır. 1881 yılında Düyûn-ı Umûmiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi kurularak Osmanlı dış borçları 239 milyon Osmanlı Lirası olarak yeniden yapılandırılmıştır. Devlet-i Âli, 1854’te başlayıp; cumhuriyetin ilânıyla son bulan 69 yıllık süreçte tam 41 borç (credit) anlaşması imzalamıştır. Sultan II. Abdülhamit’in kişisel çabaları sonucunda borçların bir kısmı eritilmiştir. Türkiye’nin, kangrene dönüşmüş olan dış borç sorununu çözüme kavuşturan kişi ise Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Dahası Atatürk, yeni (modern) Türkiye’nin temellerini atan adamdır. Üstelik de Atatürk döneminde onlarca okul, hastane, fabrika açılmasına; kilometrelerce demiryolu döşenmesine rağmen dışarıdan hiç borç alınmamıştır. Peki, Devlet-i Âli’den kalan son borç ne zaman ödenmiştir biliyor musunuz? 25 Mayıs 1954 tarihinde, yani ilk dış borç alınan tarihten tam yüz yıl sonra!..

1923-1928 yılları arasında taşlar yerine oturmaya başlamış; Türk iktisadı, Devlet-i Âli döneminde verilen ayrıcalıklar (imtiyaz), kapitülasyonlar yüzünden ülkede bulunan yabancı işletmelerin millîleştirilmesi, sanayileşme çabaları, tarımda sil-baştan uygulanan düzenlemeler en önemlisi de 1929 yılında dünya genelinde hissedilen iktisadî buhrana (economic crisis) rağmen yerli sanayinin korunmasına yönelik çıkarılan kanunların da katkısıyla ilk kez 1929 yılında dış ticaret fazlası vermiştir. “Ayağını yorganına göre uzat” düsturuna uygun bir iktisat siyaseti yürütülen Türkiye’de 1937’lerin sonuna kadar sürekli dış ticaret fazlası verilmiştir. Özellikle 1932’den itibaren artmaya başlayan ve 13 yılda % 1400’lerle ifade edilecek bir miktara erişen altın stoku da cabası… Bu dönemde 14.5 ton olan altın stoku, 210.8 tona; döviz rezervi ise 320 milyon dolara çıkmıştır.

İktisattaki olumlu hava -ne hikmetse- II. Dünya Savaşı sonrasında tersine dönmeye başlar. 1946’dan, 1962’ye kadar olan süre Türkiye’nin, tekrar dış ticaret açığı vermeye başladığı yıllardır. Üstelik de savaşın dışında kalmış bir ülke olmasına rağmen!.. Amerika ile 1946 yılında imzalanan Marshall Anlaşması; 7 Eylül 1946’da, -Cumhuriyet döneminde- ilk defa kur ayarının düşürülmesi (devaluation) sonucu doların 1.30 TL’den, 2.80 TL’ye çıkması; 1956 yılında ikinci defa kur ayarının düşürülmesi sonucu dolar 2.80 TL iken, neredeyse 5.50 TL’yi bulması gibi düzenlemeleri 4 Ağustos 1958’deki oldukça ağır kur ayarı düşürme izler. 1 Amerikan Dolarına, 9 Türk Lirası değer biçilmiştir. Rusya ile ilişkileri “Ayı ile yatağa girmek!..” olarak nitelendiren İnönü’nün, Amerika ile oynaşmaya (flört) başlaması hatta nikâh kıyması, sonrasında Menderes’in gerdeğe girmesi diye giden süreçte Türkiye -M. Emin Değer’in teşhisi ve tespiti ile diyecek olursak- yeni sömürgeci (post-imperialist) Amerika’nın küresel ve bölgesel çıkarları uğruna “oltadaki balık” durumuna düşürülmüştür.

1963-1979 yıllarında iktisadî büyüme sürmekle ve kişi başına düşen millî gelir artmakla birlikte ülke iktisadı gittikçe dışa bağımlı bir hâl almıştır. İlki 1929’da olmak üzere yerli sanayiyi korumaya yönelik olarak çeşitli tarihlerde çıkarılan yasaların yanlış yorumlanıp, uygulanması ve de özellikle Batı Avrupa ülkelerinin ağır iktisadî baskıları sonucunda yıldan yıla içe kapanan Türk iktisadı 1960’lı-70’li yıllarda büyük bir darboğaza girmiştir. Hem dışsatımlar (ihracat) için gerekli ara mal alımında hem de tüketim maddeleri alımında dövize ihtiyaç duyan Türkiye “70 sente (cent) muhtaç” bir ülke durumuna düşmüştür. Tam da bu yıllarda -başta Almanya olmak üzere- Batı Avrupa ülkelerine başlayan yoğun emek göçü sayesinde “gurbetçi” olarak da adlandırılan vatandaşlarca gönderilen dövizler Türki iktisadı için can kurtarma simidi işlevi görmüş ve -belki de bu sayede- iş başına gelen hükümetler borç erteleme (moratorium, iflâs gibi onur kırıcı kararlar almak zorunda kalmamışlardır.

1980’ler, Türk iktisadı için bir nevi dönüm/dönüştürme noktasıdır. Özal’ın “serbest piyasa ekonomisi” olarak adlandırdığı ama aslına bakılırsa (hadd-i zatında) serbest iktisat (liberal economi) kuramı olarak Amerika ve Batı Avrupa’da onlarca yıldır uygulanan düzene (systeam) geçmek için köklü (radikal) düzenlemelere gidilmiştir. Bu dönemde özellikle yapısal anlamda büyük değişimler yaşanmış; dışsatım (ihracat) kalemlerinde ağırlık tarım ürünleri iken hızla sanayi ürünlerine doğru bir kayma yaşanmıştır. Siyasîlerde ve iş dünyasında yüksek getirili dışsatım ürünleri üretme ve satma konusunda topyekûn bir görüş birliği vardır. Bununla birlikte yapısal sorunlardan kaynaklanan nedenlerden ötürü dış ticaret açığının önü bir türlü alınamamış; dışsatımın (ihracat), dışalımı (ithalat) karşılama oranı % 70’ler düzeyinde kalmıştır. 1940’lı yıllardan günümüze kadar geçen sürede sanayi malları, yatırım malları, ara mallar, tüketim malları, sermaye vs. dışalım (ithalat) kalemleri bu makasın kapanmasına bir türlü izin vermemiştir.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası verilerine bakılırsa Türkiye’nin câri açığı yıldan yıla artmaktadır. 12 yıllık dilimler halinde sınıflandırılınca ülkemizin son 36 yıldaki câri açık ve ödemeler dengesinde daha doğrusu dengesizliğinde aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır:

1979-1990 yılları arasında 14.446 milyar dolar câri açık

1991-2002 yılları arasında 17.651 milyar dolar câri açık

2003-2014 yılları arasında 444.909 milyar dolar câri açık

Bu iktisadî (economic) veriler de ortaya koymaktadır ki “2023’te, ilk 10; 2053’te ilk 5 ülke arasında olacağız” vaatlerinin içi boştur. Niye, derseniz; Özal döneminde 14.4 milyar dolar olan câri açık sarmalı, o yıllarda yürütülen yap-işlet-devret, GAP, turizm ve sanayi teşvikleri vd. çabalardan dolayı hoş görülebilir. Birlik (coalition) hükümetleri dönemlerinde -hadi diyelim ki- milyar dolarlık terörle mücadele harcamaları; yasal boşluklardan dolayı bankaların içlerinin boşaltılması ve önceden tanımlı devlet garantisi yüzünden hazinenin zarara uğratılması; Marmara depreminin verdiği korkunç boyutlardaki zararlar vd. gibi olumsuz gelişmeler yüzünden ülkenin dengesi bozulmuş olabilir. Peki, ama 2003’ten bu yana doğru-dürüst bir terör eylemi yokken, onca özelleştirme yapılmış; ülkenin sanayi kuruluşlar vd. değerleri yabancılara haraç-mezat satılmışken… Türkiye’nin câri açığı niçin devasa boyutlara ulaşmıştır?!.

Şimdi de Kalkınma Bakanlığının 2011 yılında yayınladığı raporun/kitapçığın 11. sayfasında yer alan iktisadî veriler ışığında AKP’nin câri açık karnesini daha yakından inceleyelim:

2005 yılında 4.60 milyar dolar câri açık

2006 yılında 6.08 milyar dolar câri açık

2007 yılında 5.90 milyar dolar câri açık

2008 yılında 5.74 milyar dolar câri açık

2009 yılında 2.33 milyar dolar câri açık

2010 yılında 6.58 milyar dolar câri açık

2011 yılında 9.82 milyar dolar câri açık

Peki, yukarıdaki iktisadî verileri nasıl okumalıyız? Özelleştirme furyası ile dışarıdan gelen büyük miktardaki yabancı sermaye/döviz sayesinde câri açıkta makasın daralması, Türk iktisadı açısından saman alevine benzer bir rahatlama sağlamıştır. Yine kişi başına düşen millî gelirin 4.500 Dolarlardan, -kısa süre içerisinde gerçekleşen bir sıçrama ile- 10.500 Dolar seviyelerine çıkması da yukarıda sözünü ettiğimiz bu satıp-savmaların sonucunda oluşmuş yapay (sunî) bir artıştır. Kısacası vücuttaki büyüme -af buyurun- yalancı hamilelikten başka bir şey değildir. Ve bu durum bilimsellikten, millîlikten, sürdürülebilirlikten uzaktır.

Aslına bakarsanız câri açık ve ödemeler dengesinde takip edilmesi gereken yol borçlanma, özelleştirme gibi günü kurtarmaya dönük eylemler (icraat) olmamalıdır. Başta yap-işlet-devret olmak üzere tarım, sanayi, bilişim vd. alanlarda üretime dönük verilecek teşviklerle Türk iktisadının istikrarlı bir şekilde büyümesi sağlanmalıdır. Söz gelimi pazar darlığı ve girdi masraflarının (maliyet) yüksekliği nedeniyle yıldan yıla gerileyen Türk tarımı -tarıma dayalı sanayi kollarına verilecek teşviklerin de yardımıyla- tekrar ayağa kaldırılmalı; tarımsal üretimde “kendi kendine yeten” ülkeler arasındaki yerini tekrar almalıdır. Hayvansal ve bitkisel yağ üretimi, meyve suyu üretimi, konserve ve salça üretimi, yün ve pamuk üretimi, et ve et ürünleri & süt ve süt ürünleri üretimleri gibi ileri teknoloji de gerektirmeyen alanlarda özellikle Anadolu’ya yönelik uygulanacak teşviklerle “yerinde aş-iş” imkânı sağlanmış olacaktır. Yüksek getirili teknolojik ürünler geliştirilmesine/üretilmesine dönük çabalara öncelik verilmeli; bu alanda hizmet veren/verecek şirketlerin -çeşitli kolaylıklar da tanınmak suretiyle- dış pazarlarda rekabet güçleri arttırılmalıdır. Kısacası mal ve hizmet sektörünü ayağa kaldırmadığınız bir başka deyişle üretmeden, tüketmeye devam ettiğiniz sürece câri açık sorunundan dolayısıyla dış borç sarmalından kurtulamazsınız. Kurtulamadığınız sürece de onurlu ve bağımsız bir dış siyaset yürütemezsiniz.

Câri açığın tetiklediği iktisadî buhranları, kur açılımlarıyla (politica) yani açık/örtülü kur ayarı düşürmeleriyle (devaluation) önlemeye/atlatmaya çalışmak olsa olsa günübirlik (populist), günü kurtarmaya dönük yaklaşımlar olarak değerlendirilmelidir. “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” merkezli danışıklı tartışmalarla daha doğrusu yaylım ateşlerle (salvo) kuru yükseltip; seçim öncesi kur ayarı düşürmüş (devaluation) bir fırka (party) görünümünden kurtulmak da ucuz şark kurnazlığı olarak kabul edilmelidir. Merkez Bankası’nın tabelasında “Cumhuriyeti” yazmadığı; biraz özel, biraz özerk bir kurum olduğu bilinip dururken üstelik!..

Türk iktisadındaki câri açık sorununun temel nedeni dış ticaret açığıdır. Dahası câri işlemlerde en çok göze çarpan faaliyet türleri dış ticaretle ilgili olanlardır. Kültür ve siyasette olmasa bile iktisatta küreselleşen bir dünya karşısında Türk iş dünyası da küresel bir oyuncu olmak, oyunu kurallarına göre oynamak zorundadır. Türkiye, Avrupa Birliği ile yürüttüğü -sözüm ona- ortaklık görüşmelerinde tam da bu noktada oyuna getirilmektedir. Çiller, Erdoğan ve diğer liderlerin düşün(e)mediği sorun şudur: Serbest piyasa, serbest ticaret demek serbest dolaşım demektir. Türk girişimciler (müteşebbis) Kapıkule’den öteye ayağını uzatamazken dahası Brüksel’e sormadan, Avrupa Birliği dışındaki ülkelerle söz gelimi Türk Cumhuriyetleri, Arap ülkeleri yahut komşu devletlerle bir ticaret anlaşması bile yapamazken ülkemizin her bir bölgesinde, yöresinde Batı menşeli mallar serbest olarak dolaşabilmekte daha da acıklısı Çin, Tayvan gibi üçüncü taraf ülkelerden aldıkları ucuz malları getirip, bizim ülkemizde piyasaya sürebilmektedirler. Böyle olunca da Türkiye’nin 2009 yılı dış ticaret açığı, dünyadaki iktisadî buhranın dışalımı kısmaya dönük olumlu etkisine rağmen 24.9 milyar dolar olarak gerçekleşmekte ve yine bir sonraki yıl yani 2010’da hesaplanan uluslararası gelir hesabı ise 4.477 milyar doları gelir, 11.616 milyar doları gider kalemi olmak üzere 7.139 milyar dolar açık verebilmektedir.

Şu durumda (hâl-i hazırda) Türkiye’nin dışsatım (ihracat) yaptığı ilk beş ülke Almanya (% 10.1), İngiltere (% 6.4), İtalya (% 5.7), Fransa (% 5.3), ve Irak (% 5.3) iken dışalımda (ithalat) ilk beş ülke Rusya (%11.6), Almanya (% 9.5), Çin (% 9.3), ABD (% 6.6) ve İtalya (% 5.5) olarak sıralanmaktadır. Dışsatımda, motorlu kara taşıtları (otomotive) ilk sırayı alırken; dışalımda, mineral yakıtlar ve yağlar (neft/petrol, enerji) en büyük harcama kalemi olarak göze çarpmaktadır. Dahası Türkiye’deki yabancı yatırımların % 79’u Avrupa Birliği ülkeleri olup; ilk beşte Hollanda, Almanya, Lüksemburg, Belçika, Fransa, Avusturya gelmektedir. Bunu % 8.4 ile ABD ve % 7.4 ile Körfez ülkeleri olarak adlandırılan Arap sermayesi izlemektedir. Son yıllara ait bu veriler, Türkiye’nin, -eskilerin söylemiyle Düvel-i Muazzama olarak adlandırılan- Batı ülkeleri ile iktisadî anlamda bir bütünleşmeye (integration) doğru gittiğini göstermektedir. Türkiye’nin dış ticaret siyasetindeki bir yanlış adım da burada karşımıza çıkmaktadır. Başka ülkelerle, örneğin Çin ile sürdürülen ticarî ilişkilerde karşılıklılık ilkesi gözetilmemekte, ticaret hacminin nerdeyse tamamı dışalım hanemize yazılmaktadır. Haliyle böyle bir ilişki, ticaret değil olsa olsa bağımlılık olacağından savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Burada izlenmesi gereken yol-yordam (strateji) karşılıklılık ilkesi ve dengeli alışveriş yöntemi olmalıdır. Peki, ama soy-sop birliğimiz bulunan Türk Dünyası ile; din birliğimiz bulunan Arap Ligi ile ve dahi sınır komşumuz olan ülkelerle çok yakın iktisadî ilişkiler kurmamız gerekmez mi? Afrika, Doğu Avrupa, Güney Amerika diye giden bölgelerle de hakeza.. Üstelik tüketim açısından doyuma ulaşmış, teknolojisi bizden önde veya bizimle at başı giden Batı ülkelerinde pazar sıkıntısı çekmektense; birçok alanda onlardan ileride olduğumuz söz konusu bu bölgelere, ülkelere açılmak girişimcilik açısından da isabetli olmaz mı? Bu çabaların milletimize sunacağı “Büyük Türkiye” olma fırsatı, imkânı da cabası!..

Dışsatım-dışalım dengesinin tutturulamamasından kaynaklanan dış ticaret açığı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan câri açık sorunu giderilemeyecek sıkıntılar değildir. OECD, AB, İslâm İşbirliği, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Şanghay 5’lisi ve Türk Keneşi (Konsey) olarak adlandırılan “Türkçe Konuşan Ülkeler Birliği” gibi bölgesel ve küresel çaptaki iktisadî yapıların sunduğu fırsatlar çok iyi değerlendirilmelidir. Dünya nüfusu ile doğru orantılı olarak stratejik önemi yıldan yıla artan tarım ve hayvancılığın atıl durumda bekleyen Anadolu ovalarında, yaylalarında tekrar canlandırılması zor bir şey değildir. Yine dünya genelinde çok hızlı gelişim gösteren bilişim, kendiliğinden üretim (otomasyon) de denen robot teknolojisi, bir ülkenin dolayısı ile iktisadî yapısının güvenliği için hayatî derecede öneme sahip olan savunma sanayi gibi alanlarda ulusal eylem planları hazırlanmalıdır. Uluslararası ticaret, küresel çapta icra edilmelidir. Örneğin tarımda, sanayi bitkisi sınıfında yer alan sebze-meyve üretimine ağırlık verilmelidir. Bilindiği üzere bu tür ürünler, tarıma dayalı yerli sanayinin itici gücünü oluşturacaktır. Dahası modası geçmiş, hantal sanayi işletmeleri ile zaman kaybetmek yerine çağın ve geleceğin sanayi dallarına söz gelimi bilişim, elektrikli otomotiv, mekatronik (mekanik-elektronik) mühendisliği, nano teknolojisi, uzay teknolojileri, yenilenebilir enerji gibi ileriye dönük alanlarda (sector) yatırımlar şimdiden teşvik kapsamına alınmalıdır. Bor gibi, fındık gibi -neredeyse- tekel durumunda bulunulan hammadde ürünleri, gerekli sanayi yatırımları ile “işlenmiş ürün” olarak dünya piyasalarına sunulmalı; bu sayede bilişim, enerji, gıda diye giden alanlarda uluslararası marka değeri olan şirketlere sahip olunmalıdır. 15 yılda kâğıttan, kumaşa; çimentodan, demir-çeliğe; sodadan, şekere dahası barajına, tersanesine, uçak fabrikasına varıncaya kadar büyük ölçekli 46 fabrika kurulan Gâzi Mustafa Kemal Atatürk dönemi, Türk girişimcisi için en büyük esin (ilhâm) kaynağı olacaktır kuşkusuz.

Türk iktisadının en önemli sorunlarından biri de vergi düzeni daha doğrusu düzensizliğidir. Ülkede, vergilerin toplanamadığı, vergi kaçaklarının önüne geçilemediği, vergi toplamada haksızlıkların yaşandığı, vergi muafiyetlerinin/vergi aflarının adalet kavramını törpülediği gibi söylemler halk nazarında ortak kanaat halini almış durumdadır. Lüks yatlara verilen akaryakıttan, zengin kadınların gerdanını süsleyen elmastan alınmayan vergiden oluşan vergi açığının Anadolu’nun yoksul halk kesimlerine yansıtılması; yoksul kesimlerinin çayına-şekerine, arabasına-akaryakıtına yansıtılması hakka, hakkaniyete, hukuka sığmamaktadır. Ülke iktisadının başına bela olan vergi düzeni yenilenmeli, kayıt dışı iktisadın vergi kaçaklarının önüne geçilmeli, âdil vergilendirme ve rekabet ortamının oluşturulması gibi düzenlemeler bir an önce hayata geçirilmelidir. Söz gelimi hiç zaman kaybetmeden vergi düzeninde sadeliğe ve şeffaflığa gidilerek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ödeyeceği vergi üç kalemde toplanmalı; bu alandaki belirsizlikler, kafa karışıklıkları giderilmelidir. Özellikle üretim aşamasındaki vergilendirmeler, “verginin, vergisini vermek” gibi gülünçlükler (trajikomik) ortadan kaldırılmalıdır. Verginin özünü ve mantığını kısaca kişilerin, gelirden/gelir getirici eylemlerden pay vermesi; nitelikli (kalite, standart) bir ömür sürmek isteyenlerin, isteklerine karşılık bir tür katkı payı ödemesi olarak ortaya koyabiliriz. Ama siz zengin kesimlerden toplayamadığınız vergiyi sadece gıda, akaryakıt gibi tüketim maddelerinden ve hizmet alanından (sector) yani zaten dar gelirli olan insanlara dönük aylık (maaş) kesintilerinden almaya kalkar ve bu çarpıklığı sürdürürseniz; değil bütçe fazlası, denk bütçe oluşturmanız bile mümkün olmaz. Dahası ortaya çıkacak toplumsal (social/sosyal) sorunları gıda kolileri, kömür torbaları, sadaka niyetine saçıp-savurduğunuz paralarla öteler durursunuz. Sağlıklı bir iktisadî yapıda vergilerin nasıl toplanacağı kadar nasıl harcanacağının hesabının-kitabının iyi yapılması da bir zorunluluktur. Devletin iş ve işleyişinde gözlemlenen savurganlık (israf) ve düzensizliklerin önüne geçilmeli; yatırımlar, toplumsal yarar ve iktisadî değer temel ölçüt alınarak yapılmalıdır. Siyaset ve bürokrasi, mümkün olduğunca iktisadî faaliyetlerin dışına çıkartılmalı; iktisadî düzenlemelerdeki muğlâk ifadeler, yasal boşluklar ayıklanmalıdır. Kamuya ait dev ölçekli ihaleler ulusal ve hatta uluslararası basın-yayın kuruluşlarından duyurulmalı; âdil, rekabetçi, şeffaf, yatırımcıya güven veren bir iş ortamı sağlanmalıdır. Kısacası vergiyi toplamak kadar, verginin nerede ve nasıl harcandığı da önemlidir.

Ticarette düzen, siyasetle; siyasette de ticaretle bir anlam kazanır. Ticaretin ağırlıklarından, aksaklıklarından kurtulması sorunların çözümü için tek başına yeterli olmaz. İşlerin yolunda gitmesi için diğer şeritte (kulvar) yani siyasette de işlerin yolunda gitmesi gerekir. O halde siyaset kurumuna da bir çeki-düzen verilmesi; siyasîlerin ve bürokratların, ticarî faaliyetlerin dışına çıkarılması; rüşvet ve yolsuzlukların önüne geçilmesi; demokrasinin arızalarından, marazalarından kurtarılması gerekmektedir. Demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için, seçme ve seçilme hakkının kullanımında gözlemlenen kısıtlamalar ivedilikle ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için de iki turlu seçim düzenlemesi hayata geçirilmelidir. İlk turda seçim barajının kaldırılması, ikinci turda en çok oyu alan iki fırka (party) arasında tekrar seçim yapılması, böylelikle ülke yönetiminde güvenin ve istikrarın sağlanması öncelikli amaç olmalıdır. Son olarak, Türk eğitim düzeni (sisteam) bir an önce çağın gereklerine uygun hale getirilmelidir. Çağdaş uygarlık yarışında eğitimle tarımın, eğitimle sanayinin, eğitimle bilişimin kısacası eğitimle iktisadın eşgüdümü (coordination) mutlaka ve mutlaka sağlanmalıdır. Zira çağımız, bilgi çağıdır ve bu çağda her harfin ayrı bir önemi vardır.

Aziz Dolu Atabey

Serik-04.06.2015

https://azizdolu.wordpress.com/