4 Ekim 1957 tarihinde eski adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olan (bugünkü adı Sovyetler Birliği) uzay çağının başlangıcı olarak kabul edilen 184 kilogram ağırlığındaki Sputnik I uydusunu uzaya fırlattı. Bu olay, soğuk savaş döneminin en ilginç, en korkunç olayı olarak tarihe geçti. Sputnik I uydusunun uzaya fırlatılması, İngiliz birliklerinin 24 Ağustos 1814 tarihinde Washington’daki cumhurbaşkanının konutu da dahil kamu binalarını yakıp yağmaladığı olaydan sonra Amerikalıların yaşadıkları en büyük travma olarak kabul edildi. Sputnik uydusunun fırlatılması, Amerikan halkında büyük bir korku, kaygı ve stres yaratmış, öz güven kaybına neden olmuştur.

1957 yılında iktidarda başkan Eisenhower vardır ve popülaritesi bu olaydan sonra düşmüştür. Bu aşamada Amerikalılar, çizilen karizmalarını telafi etmek için alelacele bir uydu fırlatmışlar, ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sputnik uydusunun yarattığı bu psikolojik durum, literatüre “Sputnik Sendromu” olarak girmiştir.

Sputnik Sendromu, Amerikan toplumunda her ne kadar korku yaratmış olsa da, Amerikan toplumunun proaktif yaklaşımı oldukça ilginçtir. Amerikalılar, başarısızlığın nedenini siyasilerin çapsızlığı, kötü yönetilme gibi aktif siyaseti eleştirme yerine, yüzlerini eğitim sistemine çevirmişler ve “Bu eğitim sistemi bizi, uzaya uydu fırlatacak insanı yetiştirebilecek nitelikte değildir.” kararı verip, başta fen bilgisi programı olmak üzere radikal değişikliğe gitmişlerdir. Akabinde, bir gecede öğretmen maaşlarına zam yapılmış, öğretmenler hizmet içi eğitime alınmış, ders materyalleri geliştirilmiş, başarılı lise öğrencileri için ek öğrenme programları düzenlenmiş, üniversite sistemi değiştirilmiştir. Bu radikal değişikliğin ardından ABD, 1958'de Explorer I adlı ilk uydusunu dünyanın yörüngesine gönderdi ve böylelikle ABD uzay yarışındaki ilk hamlesini yapmış oldu.

Türkiye’nin bilim ve teknoloji alanında uluslararası düzeydeki sıralaması nedir? İlk 500’de kaç tane üniversitemiz, Nasdag’da kaç tane patentimiz var? Uluslararası ticarette alınıp satılan kaç tane ürünümüz, akredite olan kaç markamız var? ODTÜ Enformatik Enstitüsü bünyesinde yer alan University Ranking by Academic Performance (URAP) Araştırma Laboratuvarının, üniversitelerin güçlü ve geliştirmeye açık yönlerine dikkati çekmek için hazırladığı 2019-2020 yılı sıralamasında, dünyadaki en iyi üniversiteler, 61 farklı bilim alanına göre listelendi. URAP'ın internet adresinden kamuoyuna duyurulan listede, 100 ülkedeki üniversiteler, bilim alanlarına göre üretilen makale ve atıflar dikkate alınarak, son 5 yılın akademik performansı üzerinden değerlendirildi. URAP'ın bilim alan sıralamasında 61 alanın 20'sinde Çin, 20'sinde de ABD üniversiteleri dünya birincisi oldu.

Hollanda 8, İngiltere 5, Fransa 3, Brezilya 2 alanda dünya birincisi olurken, Avustralya, Hong Kong ve Singapur ise birer alanda birinci oldu. Bir önceki dünya alan sıralamasında ABD 21, Çin ise 18 alanda birinci olmuştu. ABD bu yıl bir alanda birinciliği kaybederken Çin 2 yeni alanda birinciliğe yükselerek ABD gibi 20 alanda birinci olmayı başardı.

61 alanın 16'sında birinci olan Harvard, dünya liderliğini sürdürdü. Harvard'ın ardından Çin'den Tsinghua Üniversitesi 11 alanda dünya birincisi oldu. Hollanda'dan Amsterdam Üniversitesi 4 alanda dünyanın en iyisi olma konumunu korudu. Çin'den Geosciences Üniversitesi ve Hollanda'dan Wageningen Üniversitesi de 3'er alanda dünya birincisi olarak bir önceki sıralamadaki durumlarını korudular.

Sıralanan 61 bilim alanında, birincilik 9 ülkeden 24 farklı üniversite tarafından paylaşıldı. Bir önceki sıralamada ise 61 alan sıralamasındaki birincilikler 10 ülkeden 30 farklı üniversite tarafından paylaşılmıştı. Bilim alan sıralamasında 100 farklı ülkeden 2 bin 191 üniversite en az bir alanla yer aldı.

ABD 61 alanın tümünde, 366 üniversite ile yer alarak başarı listesinin ilk sırasına yerleşti. Bu ülkeyi 61 alanda 326 üniversite ile Çin ve 119 üniversite ile Japonya izledi. Bu yıl en az bir alan sıralamasında yer alan üniversite sayısı ABD'de 272'den 366'ya, Çin'de 256'dan 326'ya ve Japonya'da ise 109'dan 119'a yükseldi.

Bu süreçte YÖK ve MEB eğitim sisteminde Sputnik Sendromu neden yaşamaz? Mevcut okul öncesi, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite sistemi, bizi uzaya füze fırlatacak, covid-19 aşısını bulacak, yapay zekâ araştırmalarında çığır açacak nitelikte değildir. Milli Eğitim Bakanı’nı değiştirmekle, bürokrat atamakla, il milli eğitim müdürlerinin yerini değiştirmekle mevcut ataletten kurtulmak mümkün değildir. Yapılması gereken; birey bazlı değil, sistem bazlı ve köklü reformları içermesi gerekmektedir.

Mevcut okul modeli 1800’lü yılların Prusya okul modelidir ve otobüs oturma düzenini içerir. Eğitim sistemi; konfeksiyon eğitim tarzını akredite etmekte ve pekiştirmektedir. Konfeksiyon eğitim tarzı daha önce çizilmiş, kesilmiş ve standart hale getirilmiş yapıya sahiptir. Bu yapıya ayak uyduranlar ya da uygun olanlar, formal eğitim sisteminin nimetlerinden yararlanır. Aykırı olanlar ya da uyum sağlayamayanlar, diploma sahibi olamadıkları için kendilerini farklı alanlarda ispatlamak zorunda kalırlar. Mevcut eğitim sistemi 19. yüzyılın sanayi toplumunun işçileri zille fabrikaya alıp zille serbest bıraktığı çalışma düzenini, okullara taşımış ve Frederick Taylor’un Bilimsel İşletme Kuramı’nda ifade ettiği kuramın uygulandığı fabrikalara işçi yetiştirmek için tasarlanmıştır. Bu algı 2020’li yılların okul ve eğitim sistemi üzerine hâlâ etkilidir. Ayrıca çoktan seçmeli sınavlar; 1959 yılında Thorndike’ın “Hızlı soru çözen çocuk daha zekidir.” görüşüyle ortaya çıkmıştır. Türkiye 1970’li yıllardan beri çoktan seçmeli eğitim sistemi ile en iyi üniversitelere en iyi öğrencileri seçmesine rağmen, uluslararası düzeyde elle tutulur, somut sonuçları neden üretememektedir? Çünkü, Todd Ross’un (2017) ifade ettiği gibi, akranlarına göre frontal beyni daha fazla gelişmiş olanlar, daha hızlı soru çözebilirler. Oysa bilimsel çalışma, araştırma, icat gibi süreçler, uzun erimli, sabırlı olmayı, düşünmeyi ve araştırmayı gerektiren süreçlerdir.

Türkiye’de mevcut ölçütlere göre zeki olarak kabul edilen çocuklar fen ve Anadolu liselerine alınıp fen ve matematik eğitimi verilmektedir. Bu eğitim politikası kısmen doğrudur ancak, sosyal alanda liderlik, yöneticilik yapanlar için çok güçlü sağ beyin işlevi istenir. Sürekli sol beyne yatırım yapmak, geleceğin liderlerini yetiştirememe sorununu da beraberinde getirmektedir. Sağ beyini geliştirmesi için en uygun olan sosyal bilimler liselerinde ise, sağ beyni geliştirmekten ziyade, sol beyne hizmet eden, sol beyni geliştirilmeye çalışan bir müfredat ve eğitim sistemi mevcuttur. Doğal olarak, sağ beyin de sol beyin de olsa, her öğrenciyi sol beynin işlevlerine göre yetiştirmek esastır.

Lise giriş sınavında 290 puan alan öğrenci ile 496 puan alan öğrenci Anadolu lisesine kayıt yaptırmakta ve her ikisine de limit, integral, türev, logaritma ve vektörler öğretilmeye çalışılmaktadır. Bir tarafta dört işlemi yapmaktan aciz bir öğrenci diğer tarafta leb demeden leblebiyi anlayan başka bir öğrenci… Bu öğrenciler mezun olduktan sonra üniversite kapısında birikmekte, zoraki mezun olduktan sonra işsizlik sorunuyla karşılaşmakta, formasyon alıp öğretmen adayı olmakta, sınırlı atama kontenjanı karşısında hayal kırıklığı yaşamaktadır. 12 yıllık zorunlu eğitimde öğrenci devamı incelediğinde, lise aşamasında okul terkinin arttığı, devamsızlığın had safhaya çıktığı, açık lise uygulamasının eğitim sistemine sadece lise mezunu sayısı açısından katkıda bulunduğu görülmektedir.

Sonuç olarak Sputnik Sendromu Amerikan eğitim sisteminde nasıl değişimin tetikleyicisi olduysa, Türkiye bir sendrom yaşamadan! aslında sürekli sendrom yaşamasına rağmen, tanımlanmadığı için sorun yokmuş gibi davranılmaktadır. Saptanacak kriterlerle, eğitim alanında gerekli yenileşme faaliyetlerini hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi gerekmektedir. Özellikle çok güçlü bir üniversite reformuna ihtiyaç vardır. Bu üniversiteler, araştırma üniversiteleri gibi kategoriye ayrılmaktan ziyade, belirli alanlarda kendilerini tanımlaması ve o alanlarda AR-GE faaliyetlerini sürdürmesi gerekir. Bölüm açma ile ilgili öğretim üyesi standartı getirilmeli, iki profesör, üç doçent gibi değil, örneğin, eğitim fakültesi açılabilmesi, eğitim fakültesinde ders verebilmeleri amacıyla, öğretim üyeleri için nesnel kriterler belirlenmelidir. Fen-Edebiyat ve Mühendislik gibi öğrenci bulamayan fakülteler kapatılmalı, ölçütleri karşılayan üniversitelere fakülte ve bölüm açma izni verilmelidir. Kalite öğretim üyesinin yayın, araştırma ve diğer akademik performansında aranmalı, öğretim üyesinin akademik titrine takılıp kalınmış olması, yükseköğretimi daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Erken çocukluk eğitimi ile başlayan ve okul öncesi eğitimini de kapsayan bir eğitim modeline ihtiyaç vardır. Bu eğitim modelinde okul öncesi eğitim zorunlu olmalı ve dezavantajlı bölgelerde hayata geçirilmelidir. İlkokul eğitimi beş yılı kapsamalı, mesleki ve teknik eğitim ortaokul düzeyine inmeli, kültür dersleri ağırlığından ziyade mesleki eğitime ve beceri temeline dayalı eğitim-öğretim verilmelidir. Lise eğitiminde fen liselerinin ve Anadolu liselerinin sayısı azaltılmalı, “Akademik Lise” açılmalı, her üç öğrenciden ikisi mesleki eğitime, sadece biri genel liseye yönlendirilmelidir. Aksi taktirde liseyi bitirmiş işi ve mesleği olmayan büyük bir popülasyonla karşı karşıya kalma riski vardır.

Kaynakça

Atasoy, R. (2020). Sendromların Eğitim ve Yönetime Yansımaları. Ankara: Pegem.

https://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/turkiye-bilim-alani-siralamasinda-dunyanin-en-iyileri-arasinda-41519890 (Erişim tarihi: 23 Mart 2021).

Rose, T. (2017). Ortalamanın Sonu. (Tufan Göbekçin, Çev.). İstanbul: Paloma.