Temsil ettiği kitlelerden, yaşam tarzı ve hayat standardı açısından fersah fersah uzaklaşan profesyonel sağ/muhafazakâr sendikacılık; eser miktardaki sınıf bilincini de tamamen kaybederek konformizmin kucağında kültür sendikacılığı temelli lümpen proleterliğe evrildi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında: yeni alfabenin halka öğretilmesi, Cumhuriyetin ilkelerinin, devrimlerin halka anlatılması, toplumsal kalkınmaya öncülük edilmesi gibi bir anlamda devletin ideolojik taşıyıcılığının üstlenilmesi misyonuyla; öğretmenlere yüksek maaş ve protokolde ön sıralarda yer verildi.

Öğretmenler şimdilerin tabiriyle dönemin beyaz yakalı öncü üst sınıfıydılar. Bir yandan öğretmenlik mesleğini icra ederlerken diğer yandan kültür, sanat, tiyatro, edebiyat alanındaki gelişmelere de öncülük ediyorlardı.”1970'li, 1980'li ve 1990'lı yıllara gelindiğinde yapılan araştırmalar; öğretmenlerin istenilen davranışlarının 1960'lara oranla daha da azaldığını ve istenmeyen davranışların çoğaldığını, nitelikli öğretmene olan gereksinimin giderek artmasına karşın, öğretmenlik mesleğinin de giderek çekiciliğini kaybettiğini ortaya koyuyordu.”

Günümüzde öğretmen sendikaları; memur sendikalarının lokomotifliğini üstlenen, ülkenin en büyük, en örgütlü ve eğitim düzeyi en yüksek sendikaları olarak öne çıkmakta… Öğretmenleri temsil eden sağ/muhafazakâr tandanslı öğretmen sendikalarının ideolojik düzlemde kadroculuğa dayalı (mevki, makam odaklı) olarak güç, iktidar ilişkileri üzerinden bir sendikal anlayışı benimsemesi, kimi sol tandanslı öğretmen sendikalarının da devletle sorunlu yapılarla iç içe geçmiş bir görüntü sergilemesi; öğretmenlere telafisi imkânsız hak kayıpları yaşattı, yaşatmaya devam ediyor…

Memur/öğretmen sendikalarının yönetici kadrolarının bu öngörüsüzlüğü, aymazlığı; Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumda bir nevi bugünün beyaz yakalısı statüsünde olan öğretmenleri, adeta Guy Standing’in “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabında bahsettiği prekarya sınıfına dönüştürdü. Elbet bu durumdan öğretmen emeğinin dönüşümünün de rolü söz konusu…

Özgür Eğitim Sen Genel Sekreteri Ali Aydın, üç yıl önceki bir yazısında her ne kadar prekarya kavramının temel unsuru olan geçici ve güvencesiz çalışmayı merkeze alarak “Özel okul öğretmenlerinin prekaryalaşmasını” gündeme getirmişse de kamuda görev yapan öğretmenler için de Zygmunt Bauman'ın ifadesiyle:” … kullanım süresi geçen proletarya ve orta sınıf terimlerinin yerine prekarya kavramını koyarak…” bir prekaryalaşmadan söz edebiliriz. Prekarya, yüksek zümre ve alt sınıfın ortasında bir yerlerde konumlanan ama tam olarak konumu belirli olmayan bir sınıfı işaret eder. Kamuda çalışan öğretmenlerin, özel okullarda çalışan öğretmenlere göre iş güvenceli ve göreceli olarak iyi durumda olmasının, onları toplumsal statü olarak prekarya kavramının dışında tutmadığı kanaatindeyiz.

Sanayi toplumunda üretim araçlarına sahip olmayıp, kol gücüne dayalı olarak çalışan ücretli sınıf proletarya olarak adlandırılmış; mühendis, doktor, öğretmen gibi kol gücünden ziyade beyin gücüyle bilgiye dayalı çalışan kesimler ise bir nevi beyaz yakalı olarak üst sınıftan sayılmışlardı. Günümüzde öğretmenlerle birlikte doktorların da prekaryalaşması sürecinin yaşandığına şahitlik etmekteyiz.

Memur kesimi, beyaz yakalılıktan prekaryalığa doğru savrulurken; devletin toplumsal rıza üretim aygıtı misyonunu üstlenen “makbul sendikaların” yeni nesil profesyonel sendika yöneticileri de bu misyonlarının karşılığını profesyonelce! Almaktalar…

Profesyonellik kavramını yine Guy Standing’in “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabından incelediğimizde:” Bugünün 'profesyoneller'i, Orta çağ’daki şövalyeler, küçük toprak sahipleri ve beyler olarak düşünülebilir.” ifadesi karşımıza çıkıyor. Temsil ettiği kitlelerden yaşam tarzı ve hayat standardı açısından fersah fersah uzaklaşan profesyonel sağ/muhafazakâr sendikacılık; eser miktardaki sınıf bilincini de tamamen kaybederek konformizmin kucağında kültür sendikacılığı temelli lümpen proleterliğe evrildi.

Profesyonel sendikacılık; sendikacıların kişisel donanım ve vasıflarının çok üstünde astronomik ücretler, makam araçları, adeta saltanat odalarını andıran makam odaları, sağlanan mali ve sosyal imtiyazlarla birlikte beyaz yakalı beyzadelerin üst sınıfına terfi ederken; manav tezgahında tarla domatesiyle salkım domates arasında salınım yapıp bir türlü hangisini alacağına karar veremeyen memurlar ise prekaryalaşlaşmakta…

Tahterevalli metaforunda bir tarafın yukarı çıkabilmesi için diğer tarafın aşağı inmesi gerekiyor. Yüzbinlerce memur ayağa kalktığı gün, tahterevallinin diğer ucundaki sendika ağalarının da saltanatı yerle yeksan olacaktır. Bugün memur sendikacılığı; siyaset kurumunun üzerinde bir yük, bürokrasinin tepesinde bir tahakküm aracı, kamu çalışanıyla devlet arasında bir bariyer, üç beş sendika ağasının konformizminin haz nesnesine dönüşmüşse bunun sebebi; sendikacıların vizyonsuzluğu kadar üyelerinin de suskunluğudur. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları karşısında sessizlik sarmalına bürünen sendika üyelerinin suskunluğu; sendikal saltanatın da taşıyıcı sütunlarını teşkil etmektedir.

Profesyonel sendikacılık, bir kariyer mesleği haline gelerek zenginleşme sebebi olurken; her ay, kendi tokluk sınırlarını açıklayamayan sendikacıların “Açlık ve yoksulluk sınırı araştırma” sonuçlarını takip ederek: açlık ve yoksulluk sınırı rakamları arasında nasıl salınım yaptığımızı öğreniyoruz.

Profesyonel sendikacılık böylesine cazip hale gelince de dava için! 3 dönem yetmiyor. Dededen toruna bir saltanat devrine doğru hazırlıklar yapılıyor. Yaşasın delege demokrasisi… Seç beni, seçeyim seni...

Artık… Yeni bir ses! Yeni bir nefes! Öze dönüş! Zamanı gelmedi mi?

Celal DEMİRCİ