Arnavut yazar İsmail Kadere’nin, Le Monde'un Yüzyılın 100 Kitabı Seçkisinde de yer almayı başaran ölümsüz eseri “Ölü Ordunun Generali” 20. Yüzyılın en iyi romanları arasında gösterilmiş ve yazarına hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştır.

Romanda, 2. Dünya Savaşı bitmiştir. Bir İtalyan general ile rahip, 2. Dünya savaşında Arnavutluk işgali sırasında ölen İtalyan askerlerinin mezarlarını ve bu askerlerin kemiklerini bularak İtalya’ya getirmek üzere yola çıkar. Amaçları Arnavutluk’ta ölen askerlerin kemiklerini ana yurtlarına getirerek ailelerine teslim etmek ve onlara bir mezar kazandırmaktır. Roman, İtalyan ve Almanların Arnavutluk’tan çekildikten yirmi yıl sonrasında yaşanan trajikomik olaylara dayanır. Almanlar ve İtalyanlar ölen askerlerinin kemiklerini anayurtlarına getirtmek için birer general görevlendirmişlerdir. Fakat bu romanda olaylar daha ziyade ölen askerlerin kemiklerini arayan İtalyan General’in hayatı etrafında geçmektedir.

General bu savaşta hayatta kalmıştır. Çünkü generaller ve savaşa karar veren yetkililer gerilerde, korunaklı karargâhlarda bu kararları verirler ve sonuçta da hayatta kalırlar. Ölenler, savaşan genç erkeklerdir. Sivil halk da kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla acılar çeker. İtalyan general, savaşın geçtiği yerleri gezerken “olayları sonradan yaşamanın” hesaplaşmasını yapar.

İş bittiğinde, generalin önünde ölü torbaları içinde kemiklerden oluşan bir ordu dizilmiştir. Kimi askerden bir madalyon kiminden bir günlük kiminin eksik kemikleri… Birinin kafası, ötekinin bacağı, iskeletlerden küçük tabutlar. Nihayetinde ceset torbalarına sarılmış naylondan koca bir ordu. Yanlış savaş stratejisi işleyen generallerin, ölümüne sebep olduğu bir ordudan arta kalanları toplamakla görevli bir general… Ve bu ölüler ordusunun mağduru onurlu bir halk…

“Şu anda emrimde, ölülerden kurulu koca bir ordu var, diye düşünüyordu. Yalnız, üniforma yerine, birer naylon torbası var hepsinin. Kenarları siyah, üzerlerinde iki beyaz şerit bulunan mavi torbalar; ”Olympia” firmasının özel imalatı… Sonra bu torbaları tabutlara yerleştiriyorlar. Boyutları, belediyelerle yaptığımız kontratın şartlarına uygun, ufacık tabutlar. Başlangıçta birkaç mangadan ibaretti bunlar; bölükler ve taburlar meydana geldi zamanla; şimdi de alaylar ve tümenler tamamlanıyor. Naylona sarılmış koskoca bir ordu, evet.”

Ve kazılarak tekrar açılan mezarın başında, bir askerden kalma not defteri:

“Çukur çok derin olsun istiyordum, kendisi öyle istemişti çünkü. Derdi ki bana: ‘Yanında ölecek olursam, beni elden geldiğince derine göm. Geçende Tepedelen’de olduğu gibi, çakallar, köpekler, cesedimi bulsunlar istemem. Hatırlıyor musun oradaki köpekleri?’ Bir yandan sigaramı içerken: ‘Hatırlamaz olur muyum!’ diye cevap veriyordum. Şimdi ölmüştü arkadaşım ve ben kazarken kendi kendime: ‘Korkma’ diyordum, derin olacak çukurun, çok derin.”

Elimde “Ölü Ordunun Generali” kitabı, gözlerimi açamıyordum. Yarı uyanık bir durumdayken o sırada, televizyonda Toplu Sözleşme Görüşmelerinin sonuçlandığı açıklanıyordu. Kafam halen kitaptaydı. Bir askerin kafası diğer askerin gövdesine eklenmiş… Bir diğerinin eli ötekinin koluna… Birinin ayağı bir başkasının bacağına… Koltukta, boyuna sendeleyip duruyordum…

Kafamı kaldırıp televizyona baktım. İşveren temsilcisinin kafası sendikacının gövdesindeymiş, sendikacının kafası işveren temsilcisinin gövdesindeymiş gibi göründü bir an gözüme. Sendika temsilcisi siyasetçi gibi konuşuyordu. Siyasetçi ise sendika temsilcisi gibi… Sanki ben Arnavutluk’ta savaşırken ölmüş bir askerdim. Ekrandaki sendikacı ise yanlış stratejisiyle bizim birliğimizi, lojistiksiz, erzaksız bırakıp ölümümüze sebep olan generaldi. Kemiklerimizi toplamaya gelecekti buraya… Kimilerimize iskelet olmak düşüyordu bu dünyada… Kimimize de iskelet toplayıcılığı.

- Bizi kim öldürmüştü? Kimin stratejik hatasının kurbanıydık?  Biz şimdi, ölüler ordusunun mu mensubuyduk? Yoksa yoksulluk sınırında, “yaşayan ölüler” miydik?

- Derine gömün bizi! Dedim birden. Çok derine…

- Cesedimizi bulmaya, kemiklerimizi almaya bu sendikacı general gelecekse eğer… Derine gömün…

Kafamızı kaldırıp bir bakmayız

Ruhumuzun içinde kar yağar

Anamızdan doğduğumuz geceden beri

Heybemizi emektar makinelere yükleriz

Fikirlerimizi tifil vinçlere

İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz

Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız

Biz kirli ve temiz çamaşırları

Aynı zaman aynı minval üzere katlarız

Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız

(Sezai Karakoç / Şahdamar)

Derine kazın mezarımızı en derine…

Murat Kenan Erdem

Kamudanhaber