29 Ekim 1923 yılında cumhuriyet kurulduktan sonra, ülkemizde demokrasi, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü, halkçılık ile birlikte laiklik kavramı da literatürümüze girdi. Toplumda laikliği din gibi savunan, laiklik yanlıları olduğu gibi, antilaik kesimler de ortaya çıktı. Her tez nasıl antitezini yaratırsa, laiklik de antitezini yarattı. Laiklik siyasi iktidarlara, zamana ve şartlara bağlı olarak bazen toplumu düzenleme, bazı oluşumları engelleme, bazen de ateist olanların inançlı olanlara yasal yollardan saldırmada kullandıkları bir araç haline geldi. Laikliği herkes farklı algıladı, anladı, yorumladı ve uyguladı.

Laiklik, siyasi bir kavramdır ve “din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde tanımlanabilir. Devlet, dini esas ve kurallara göre yönetilmez, dini emir ve yasakları kendisine ölçüt olarak almaz. Örneğin, Covid-19 salgınına karşı Biontech mi, Snovac mı kullanılacak, aşı yaptırmak dinen caiz mi? gibi sorulara devlet cevap aramaz ve dini bir otoriteden de fetva almaz. Osmanlı Devleti döneminde salgınlarla mücadele etmek için ilk önlem olarak, Dünya’nın birçok yerinde salgınlara karşı alınan önlemlerden bir tanesi olan karantinanın uygulanmasına 1838 yılında karar verilmişti. Halkın salgın hastalıklara karşı kaderci yaklaşımı, karantinaya karşı isyana varan tepkilere ve tedbirlerin alınmasında bazı aksaklıklar ortaya çıktı. Devletin merkezi olarak uyguladığı karantinaya karşı halkın tepkisini önlemek için karantinanın caiz olduğuna dair fetva alınmış ve halkın bilinçlendirilmesi adına karantinanın yararları üzerine yazdırılan risaleler Takvim-i Vekayi’de yayımlanmıştı (Ağır, 2020, s. 5). Bu durum, laiklik ilkesini kabul eden bir ülkede yaşanması mümkün değildir.

Laiklik Türkiye’de her zaman çatışma ve ayrışma konusu olmuştur. Laikliğin çatışma ve ayrışma konusu olmasını pek çok sebebi vardır: Bunlardan en önemlisi, laiklikle ilgili, laiklik gelmeden önce Osmanlı Devleti döneminde bir müfredatın ve Kanon’un oluşmamasıdır. Hristiyan toplumlarda oluşan ruhban sınıfının, Müslüman toplumlarda görülmemesi, Rönesans ve Reform hareketleri ile aydınlanan Avrupa’da, İncil’in halkın anlayacağı dile çevrilmesi, kilisenin doğal sınırlarına itilmesi, laikliğin müfredatını ve Kanon’unu oluşturmuştur. Matbaanın Avrupa’da yayılması, halkın İncil’e ulaşıp okuması, okuma-yazma oranının artması, laikliğin zihniyet olarak teşekkül etmesinde etkili olmuştur. Türkiye gibi halkının %99’unun Müslüman olduğu bir ülkede laikliğin alt yapısı fiilen oluşsa bile, zihniyet olarak oluşmadığı için, halkın laikliği kabul etmesi, protez özellik taşımıştır.

Cumhuriyetin ilk kuşak laiklerinin, ezanı Türkçe okutması, dini eğitimi ilk zamanlarda yasaklaması, tekke ve zaviyeleri kapatması, halkın %80’inin köyde yaşadığı eğitimsiz bir topluma gerekçeleriyle anlatılamaması, daha sonraki süreçlerde laiklik karşıtlarının bu durumu siyasi malzeme olarak kullanmalarına neden olmuştur. 1950 öncesi toplumdaki tepkileri asgari düzeye indirmek için imam hatip okullarının açılması, Kur’an kurslarına izin verilmesi, o dönemin iktidar partisinin yöneticilerinin, iktidar erkini kaybetme korkusunun bir temayülüdür.

Laik bir devlet, din eğitimi verir mi?

Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin vatandaşının dini vecibelerini yerine getirecek elemanı yetiştirmesine engel değildir. Devlet, din eğitimini vermediğinde, demokrasi gereği din eğitimini de engelleyemeyeceğine göre, din eğitimini sivil toplum örgütlerine, cemaat ve tarikatlara ya da farklı yapılanmalara bırakmak zorunda kalacaktır. Bu durum, laik devletin din eğitimi vermesinin uygun olup olmayacağı tartışmalarını bile ortadan kaldıracak kadar sorun yaratabilir. Çünkü her cemaat ya da tarikat dini yorumlama tarzına göre çocuklara eğitim vermesi, din eğitiminin kontrol edilememesi, laik devletin ikbali açısından sorun yaratacaktır. Bu sebeple devlet din eğitimine her zaman müdahale etmiştir.

1950 yılından 12 Eylül 1980’e kadar iktidarların oy kapma alanı haline gelen din eğitimi, 12 Eylül darbecilerinin “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersini zorunlu hale getirmesi ile farklı bir nitelik kazanmıştı. 1990 yılından itibaren demir perde ülkelerinde meydana gelen çatırdama ve komünizmin çökmeye başlamasıyla birlikte ülkemizde aksiyoner aktör olan solcu görüşlüler, Atatürkçülüğe yönelmiş ve laiklik ilkesine birinci kuşak laiklerden daha fazla sahip çıkmışlardır. Bu aktörler, başörtüsü olan anneyi, oğlunun düğününün yapıldığı orduevine, mezuniyetine almayarak, üniversitelerden türbanlı öğrencileri atmaya ve kamuda türbanlı memurlara karşı sert önlemler almaya kalkışmalarıyla birlikte, başörtüsü bir laiklik sorunu olmaktan çıkmış toplumsal çatışma ve ayrışma alanı haline dönüşmüştür. İmam hatiplerin önünü kesmek için sekiz yıllık kesintisiz ilköğretim ve katsayı uygulaması, imam hatipleri kapanma aşamasına getirmiştir. Tüm bu olup bitenler toplumda mağdur yaratmaya, bu mağdur kesimin daha sonra yanına mağdurlara sahip çıkan bir kitle desteğine sahip olmasıyla birlikte farklı bir konsepte taşınmıştır. Bu kitlenin desteğiyle birlikte, mağdurlar siyasi iktidarı değiştirecek gücü elde etmeleri, imam hatip ve türban takanlar için yeni bir sayfanın açılmasına sebep olmuştur.

Laiklik dinsizlik değildir. Bilakis, din ve vicdan hürriyetinin devletin teminatı altına alınmasıdır. Laiklik, yönetsel erki elinde bulunduranlara dini referans almadan iş yapabilme serbestisi sağlayan bir niteliğe sahiptir. Rahmetli Dündar Taşer 1962 yılında Mısır’da büyükelçi olarak görev yaptığı yıllarda sefarettekilere abdest almalarını ve cuma namazına gitmek için hazırlanmalarını söyler. Sefarettekiler: “Olur mu, biz laik bir ülkenin sefaretinin personeliyiz, Cuma namazına gidemeyiz” derler. Dündar Taşer: “Devletler laik olabilir ama fertler laik olamaz”. Abdest alın, camiye gidiyoruz” der. Bireyin ben laikim ifadesini kullanması, eğer devletin din işleri ile devlet işlerini ayırması ilkesini savunuyorum anlamında ise bir sorun teşkil etmez. Ancak, “Ben laikim” dediğinde “davranışlarımı dini esaslara göre belirlemem” anlamında kullanıyorsa, din açısından sorunlu bir durum ortaya çıkar. Çünkü her Müslüman, hâl ve hareketlerini dini emir ve yasaklara göre düzenlemek mecburiyetindedir.

Türkiye’de genellikle “laik ve seküler” olanlar şeklinde başlayan cümleleri, devleti yöneten, aydın geçinen, elit ve entelektüellerin kurduğunu görürsünüz. Laik ve seküler ifadesi, eş anlamlı gibi kullanılır. Oysa “laik” ve “seküler” eş anlamlı kavramlar değildir. Laiklik, politik bir kavramdır, seküler ise bir tercihi ifade eder. Daha önce kilisede ya da tekkede inzivaya çekilen kişi ya da kişilerin, kiliseden ya da tekkeden çıkarak mahallede dükkân açması, devletin ihalelerine girmesi sekülerleşmedir. Dellaloğlu (2020, s. 167). Daha önce oruç tutan bir kişinin daha sonra oruç tutmuyor olması, onun dinsizleştiği anlamına gelmez ama sekülerleştiği manasına gelebilir. Türkiye’deki cemaat ve tarikatların dernek ya da vakıf kurarak ticari faaliyette bulunması, kolej açması da sekülerleşmedir. Ticaret yaparken, kolejin öğretmenlerinin sigortasını yatırmamaları, maaşları beş bin gösterip bankaya beş bin yatırmaları, daha sonra öğretmenlerin elinden iki bin lirayı geri almaları, sekülerleşmedir. Seküler olanlar dinsel yaşantılarına devam ederken, dinin tüm emir ve yasakları tarafından uyarılmazlar. Uyarılsalar bile bu durumu rasyonalizasyon yaparak akla uygun hale getirip tepki verirler. Örneğin, ihaleye fesat karıştırmak, ihaleyi gayri ahlaki yollarla almak, yapılanmanın sekülerleştiğine işarettir. Sekülerleşen tüm yapılar, özünden uzaklaşır, sisteme entegre olurlar. Bu yapılar sekülerleştikçe, laiklik açısından tehlike olmaktan çıkar, düzenin bir parçası olur. Örneğin, “Kul hakkı yemek haram.” ifadesini kullanıp, liyakatli bir kişinin bürokraside yükselmesine, bizim tarikattan, bizim cemaatten değil diyerek karşı çıkıp engel olmak, sekülerleşmenin en bariz örneğidir.

Sonuç olarak laiklik politik, seküler ise kişisel alanla ya da tercihle ilgili bir kavramdır. Her laik aynı zamanda seküler olmayacağı gibi her laiklik karşıtı da seküler değildir. Sekülarizm kavramı, laikliği çağrıştıran bir kavram değildir. Laik devlet, din işleri ile devlet işlerini ayırır ancak, dinsizliği ilke olarak benimsemez. Bir kamu kuruluşunun açılış töreninde din görevlisinin dua etmesi anormal bir durum değildir. Müslüman bir ülkede ibadetle kamu kurumu açılabilir. Kamu kurumunun nasıl çalışacağının usul ve esasları din usul ve esaslarına göre belirlenecekse laikliğe aykırı bir durum ortaya çıkar. Amerikan parası olan 1 doların üzerinde “In God We Trust” yazar. Çevirisi “Allah’a inanırız.” şeklindedir. Mealen: “Biz Amerikalılar, Allah’a inanırız ve güveniriz” şeklinde de çevrilebilir. Bu durum, Amerika’nın din devleti olduğu anlamına gelmez. Devlet başkanlarının ve mahkemede şahitlerin İncil’e el basarak yemin etmesi, laikliğe karşı bir durum değil, tamamen tercihtir. Bireyin ateist olması halinde, İncil’e ya da Kur’anı Kerim’e el basarak yemin etmiş olmasının, bireyi bağlayıcı bir yönü de yoktur. Resmi açıdan bireylerin medeni kanuna göre nikâh yaptırması hem yasal olarak gerekli hem de zaruri bir durumdur. Birey resmi nikâh yaptırdıktan sonra dini nikâh yaptırması, bir tercihtir ve laiklik açısından sorun değildir. Laiklik doğru anlaşıldığı ve yorumlandığında Türk toplumu açısından sorun teşkil etmez. Ancak laikliği inançlı kesimin yaşam alanını daraltma, tutuklama ve yargılama zeminine çekmeye başlarsanız, yeni çatışma alanı yaratmış olursunuz. İnançlı kesim dinin özünde olsun olmasın, dini usul ve esasları dayatmaya kalktığında ise, laik yönetimin müdahale hakkı meşru hale gelir.

Kaynakça

Dellaloğlu, B. (2020). Poetik ve politik. İstanbul: Timaş.

Ağır, S. (2020). Osmanlı’da Karantina Uygulama Süreçleri ve Tepkiler (1865-1914), (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Enstitüsü, Ankara.