KAYIP AYDINLANMA

Abone Ol

       Soru sorabilme becerisi geliştirdiğim günden beri yaşadığım ülke ve coğrafyanın neden sürekli bir debelenmenin içinde olduğunu düşünüyor ve elbette cevaplar bulmaya çalışıyorum. Ülkem insanı için bu genel bir sorudur. Biz neden bu haldeyiz? Ve bu sorunun cevabı bize, bilindik ve paranteze alınan tarihi bir hat üzerinden mukayese edilerek, özellikle belli bir düşüncenin ekseninde oluşturulan telkinler esas alınarak verilirdi. Özellikle Anadolu çocukları için… Bir gerçekliğin bir topluma, kabul edilen doğmalar üzerinden verilmeye çalışılması o topluma yapılabilecek en büyük ihanettir. Çünkü gerçeği saklamak o toplumu sürekli bir girdabın içine mahkûm etmek demektir. Vaziyetimizle ilgili tarihi/sosyolojik/kültürel analizler yapılırken korumacı refleks geliştirme bir noktaya kadar anlaşılabilir. Lakin ülke/coğrafya olarak ana nedenleri görmezden geldiğimiz andan itibaren ne yazık ki debelenme işi kronik hale gelir.

       Okuduğum bir kitabı tanıtayım derken nedense böyle bir giriş yapma gereği hissettim.  Kitabı okurken farklı ruhsal gelgitler yaşadım. Kitaptaki bilgiler aslında bu alanlarda mürekkep yalamış herkesin aşağı yukarı bildiği şeyler. Asgari bir üniversite mezunu derinlemesine olmasa da genel olarak benzer malumatlara sahiptir. Mektep medrese görmüş kişilerin, elde ettiği malumatları analitik bir zihinle değerlendirilmemesi neticesinde yanlışta tekrarın ötesine geçilememektedir. Oysa sırttaki yumurta küfesini indirmeden hakikate ulaşılamaz.

       Toplumlar/uygarlıklar için tarihin bir yerlerinde önemli kırılma hatları vardır. Bu kırılmaların nedenleri sonuçları derin ve çok yönlü değerlendirilmeye tabi tutulmadan şimdiyi ve geleceği inşa etmeye çalışmak boşuna bir uğraşıdır. Eğitim sistemimiz en azından bize bu bilgi ve bilinci hakikaten verebilmesi gerekirdi. Hele hele kendi uygarlık tarihimizin köklerini bizden olmayan birilerinin bize öğretmesini hazmetmek çok zor bir durum. En iyisi hiç düşünmemek. İşte bu kitap böyle bir şey…Elin adamı bizi ve bizim tarihimizi ve kültürel dokumuzu bizden daha iyi araştırıp bize bu bilgileri sunuyor.

Kitabın adı, “Kayıp Aydınlanma”

        S. Frederick Starr’ın kaleme aldığı Princeton University Press yayını olan “Lost Enlightenment: Central Asia’s Golden Age from the Arab Conquest to Tamerlane” isimli kitap, son yıllarda Türk tarihi ve edebiyatına dair yayınları ile çok ilgi çeken Kronik Kitap tarafından “Kayıp Aydınlanma” ismiyle Türkçeye kazandırıldı. Üç ABD başkanına da danışmanlık yapan S.Frederick Starr, Johns Hopkins Üniversitesi Orta Asya- Kafkaslar Fakültesi İleri Uluslararası Çalışmalar başkanıdır. Aynı zamanda Kennan Enstitüsünde Woodrow Wilson Merkezi’nin kurucusu ve Oberlin College ile Aspen Enstitüsü başkanıdır. Mesleğine Türkiye’de arkeolojik kazılar yaparak, Princeton Üniversitesinde entellektüel tarih dersleri vererek başlamış ve yazmakta olduğu kitap için bu makaledeki fikirleri bu sırada bir araya getirmiştir.

      Çevirisi Yusuf Selman İnanç tarafından yapılan bu sürükleyici kitap Orta Asya'nın orta çağdaki karanlıkta kalmış olan Aydınlanma Çağı'nı tarihi sıralamaya sadık kalarak ama kuru bir anlatımdan çıkartarak ortaya koyuyor. Dönemin en büyük zihinlerinin maceralı hayatları, büyüleyici başarıları ve modern dünyanın oluşumunu nasıl hazırladıklarını açık bir dille anlatan eser, olup biteni sebep-sonuç dairesi içinde okura sunarak zihinlerdeki sorulara cevap veriyor.

       Kitaba konu olan neredeyse tüm isimlerin Arapça yazmış olmasından ötürü Arap oldukları yönündeki yanılgıyı bertaraf eden kitap bugün Kazakistan'dan Afganistan'a ve Sincan'a kadar uzanan Orta Asya'da Türkî ve İranî halkların nasıl büyük medeniyetler inşa ettiklerini gözler önüne seriyor. Kayıp Aydınlanma 800 ilâ 1200 seneleri arasında en büyük ve gelişmiş kentlere, en zarif sanata ve hemen her alanda en ileri bilgi ve teknolojiye sahip olan Orta Asya'nın dünya ticaretini ve ekonomisini nasıl yönlendirdiğini anlatıyor. Orta Asyalılar gökbilimi, matematik, jeoloji, tıp, kimya, musiki, sosyal bilimler, felsefe ve ilahiyat başta olmak üzere hemen her alanda başarı elde etmişlerdi. Cebire ismini veren, hayal edilemeyecek bir isabetlilik ile dünyanın çevresini hesaplayan, daha sonra Avrupa'da tıbbın temelini oluşturacak eserler veren ve dünya üzerindeki en muhteşem şiirlerin birçoğunu yazan Orta Asyalılardı. Hatta Birûni keşfinden beş asır önce Amerika kıtasının varlığını öngörmüştü. Tarihte aynı mekân ve zamanda bu kadar çok bilim adamının bir arada olduğu başka bir dönem pek yoktur. Yazdıkları Thomas Aquinas'ın döneminden bilimsel devrime kadar Avrupa'yı derinden etkilemişti. Aynı şekilde Asya'nın büyük bir kısmı ile Hindistan'da da büyük bir tesir bırakmıştı. “Kayıp Aydınlanma” tarihin unutulmuş bir devrinin izini sürmekte, Asya'nın Aydınlanma Çağı'nın yükselişini anlatmakta ve neden sona erdiğine ilişkin farklı teorileri değerlendirmektedir. Geniş bir kaynak ve arşiv yelpazesinden istifade edilerek yazılan kitap akıcı üslubundan dolayı herkese hitap etmektedir.

       Özellikle gençlerimizin bu kitabı itina ile okuyup daha derinlemesine araştırmalar yapması gerekir. Tarihin belli bir dönemimde inkişaf etmiş bir uygarlığın çocukları, neden şimdilerde tarihin müdahalesine maruz kalmakta? Kitap bunun serencamını çok iyi anlatmış. Bunların bilinmesi gerek. 

       Kitaptan alıntılanan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.

       Orta Asya’nın görkemli çağı niçin sona erdi? En yaygın açıklama Cengiz Han’ın 1218 yılında anayurdu Moğolistan’dan başlattığı istilalar sırasında entellektüel anaforların azaldığı biçimindedir. Moğol istilacıların Orta Asya’nın görkemli kentlerinin çoğunu yağmaladığı doğrudur ama bu savı çürüten üç karşı görüş vardır. Birincisi, bir kaç tanesi dışında kentlerin çoğunun ticaret sayesinde kısa sürede tekrar canlanmış olmasıdır. İkinci olarak Moğol istilasının bölgeyi yalnızlaştırmak yerine, Büyük Orta Asya ile hem Avrupa hem de Asya’nın geri kalanı arasındaki iletişimi güçlendirmiş olmasıdır. Çünkü Moğollar uçsuz bucaksız topraklarındaki tüm sınırları ve gümrük vergilerini kaldırmışlardı. 13üncü yüzyılda Marko Polo Çin’e giderken Afganistan’dan bir tek ‘vize’ ile geçmişti. Entellektüel canlılığın çok önemli bir unsuru olan kültürler-arası iletişim Moğollar döneminde en üst düzeye ulaşmıştı.

       Üçüncü görüş ise 1221 yılında Moğolların özgür düşünceyi bastırmaya kalkışmış olsalar bile (ki böyle bir girişimde bulunmamışlardır) bunu yapmaya kesinlikle ihtiyaçları olmamasıydı. Yüzlerce yıl Orta Asya’ya enine boyuna yayılan kültür enerjisi zaten tam yüz yıl önce dağılmaya başlamıştı. Yine de 12nci yüzyılda Merv’de hâlâ bir düzine kütüphane vardı, içlerinden birinde 12,000’den fazla kitap bulunuyordu; Buhara’da ise 50’den fazla doktor yaşıyordu.

       Eğer ‘katil kim?’ sorusu Moğolları işaret etmiyorsa, çöküşün nedeni ne olabilir? Orta Asya’nın büyük antik kentlerinin çoğu artık çöl güneşinde ısınan ıssız yıkıntılar biçimindedir ve umarsızlıkları ancak arasıra uçuşan adaçayı dallarıyla ortadan kalkar. Bu manzaraya bakınca insan, kultürel çöküşü iklim değişikliğine ya da farklı bir çevresel değişime bağlamayı düşünebilir. Ne var ki, bölgenin ekolojik tarihi üzerine yapılan çalışmalar en parlak yıllardaki iklimin günümüzle aynı olduğunu ve tek önemli değişikliğin bir zamanlar bölgenin iftihar nedeni olarak sulama sisteminin çürümesi olduğunu gösteriyor.

       Moğollar ve ekoloji dışında bölgenin çöküşüne en az dört unsurun katkıda bulunduğu düşünülüyor. Bunlardan birinci ve belki de en önemlisi hiçbir şeyin sonsuza kadar dayanmayacağı fikridir. Atina’nın altın çağı ancak yüz yıl kadar sürmüş ve kent daha az parlak olan gümüş çağına girmişti. Rönesans kentlerinin bir kaçı yalnızca yüz elli yıl kadar kültürel yaratıcılığın zirvesinde kalmıştı. Zirveye ulaştıktan sonra inişe geçmenin başlaması doğal ve kaçınılmazdır.

       Orta Asya olayında, batıdaki Araplardan daha çok, orijinal düşünmeyi tetikleyen unsur antik Yunan, Ortadoğu ve Hindistan’dan bilinmeyen sınırsız düşünce yapılarını çözmek ve özümsemek arzusuydu. 1100 yılına gelindiğinde bu iş başarılmıştı ve bundan sonra, öncekilerle kıyaslanabilecek yeni öğretiler ortaya çıkmayacaktı.

       Elbette Avrupa Rönesansı benzer bir dürtü sunmalıydı ama bu tarihe kadar uygarlıkları birleştiren büyük ticaret yolları parlak günlerini arkada bırakmıştı ve Orta Asya’nın yalnızlığı ve çöküşü kalıcılık kazanıyordu.

       Ayrıca dinler, tıpkı parçası oldukları kültürler gibi dinamizm, özgüven ve deneycilikle başlayıp katı bir kalıplaşma döngüleri geçirir. Orta Asya’da bu durum zaten Zerdüstçülük ve Budizm’de yaşanmıştı. Islam dünyasında ise yaratıcı düşünce, erken bir tarihte, 800-1100 yılları arasında çiçek açmaya başlamıştı. Katı kalıplaşma olgusu da erken başlamış ama ancak 1100 yılında zirveye ulaşmıştı. Buna karşın yaklaşık yüz yıl daha entellektüel açıdan canlılığını yitirmeyen her yerden uzak bir kaç noktada varlığını sürdürebilmişti. Ama Türk ve Pers kökenli Orta Asya’da, Arap topraklarında ve Pers ülkesinde, sürekli sertleşen İslam kalıplaşmasının talepleri, özgür düşüncenin ve humanizmin uygulanabileceği alanı zaman içinde daralttı.

       Büyük Orta Asya’nın özgür entellektüel yaşamının kurumasına katkıda bununan bu ‘morfolojik’ gerçeklerin dışında üçüncü ve daha özgün bir unsur da iş başındaydı: İslam inancındaki Sünni ve Şii ayırımı. Temel ayrışma Hz. Muhammed’in M.S. 632 yılındaki ölümünden ilk kuşak sonrasında ortaya çıkmıştı. Şam’da ilk halifelik yükselmeye başlarken, Sünniler İslam dünyasında etkili olmaya başlamıştı. Yalnızca 968-1171 yılları arasında Mısır’da hüküm süren Şii Fatımi hanedanlığı bu etkinin dışında kalmıştı. Ne var ki, Fatımilerin çöküşünden önce bile Şii mezhebinin mensupları doğuya doğru kovalanmaya başlamış ve dinsel çatışmaların merkez bölgesi İran’a ve Orta Asya’ya ilerlemişti. Aynı tarihlerde bölgedeki Sünni yöneticiler bölücü öğretilerle ilgilendiklerinden kuşku duydukları kişilerin üzerinde baskıyı arttırmışlardı,. İbni Sina gibi tanınmış yenilikçilerin çoğu Şii ailelere mensuptular ve artık ona benzeyen herkesden kuşku duyuluyordu.

       Bu değişim elbette özgür düşünce yanlılarına ağır bir darbe olmuştu ama Sünni çoğunluğu da etkilemişti. Orta Asya’nın batı kıyısında, günümüzde doğu İran’da yer alan Tus kentinden gelen iki kişi artık bu yeni yönü temsil ediyordu. Birincisi olan Nizamülmülk (1018-92) yetenekli bir yönetici ve dönemin en iyi siyaset bilimcilerinden biriydi. Nizamülmülk’ün hocaları onu Orta Asya rönesansının en üstün beyinleriyle tanıştırmıştı. Ama Selçuklu İmparatorluğunun veziri olarak atandığında, Şii bölücülüğüne karşı sürdürülen mücadele son hızla ilerliyordu.

       Her tarafta yoldan sapmalar olmasından çekinen Nizamülmülk, medrese adı verilen bir okul ağı kurmayı, böylece kalıplaşmış Sünni İslamı yaymayı ve genç erkekleri bilgili, dinine bağlı sadık bireyler olarak yetiştirmeyi önerdi. Medrese mezunları yalnızca Şii bölücülüğünü reddetmekle kalmayıp, yerleşik kalıplardan saptığından kuşku duyulan tüm düşünme biçimlerine de karşı çıkacaklardı.

       İkinci değişimci olan felsefeci ve ilahiyatçı Ebu Hamid bin Muhammed el-Gazali, (1058-1111), sınırsız mantık uygulamacılığının ortaya attığı tehlikelere karşı bir cephe saldırısı başlattı. En önemli yapıtının adı zaten her şeyi anlatıyor: Tehafütü’l Felasife (Filozofların Tutarsızlığı). Feodor Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki Büyük Sorgucu gibi, Gazali de düşmanını yakından tanıyordu. Bölgenin üstün beyinlerine çekici gelmiş olan Aristotle deneyimselliği en büyük düşmandı. Aristotle’e saldırarak tüm çağdaş rasyonalistlere saldırmış ve son derece yıkıcı bir etki yaratmıştı.

       Üç yüz yıl önce Orta Asya’da bağımsız düşünce üzerinde yükselmiş olan perdeyi Nizamülmülk ile Gazali birlikte indirdiler.

       Yine de Orta Asya halkı tipik yaratıcılığıyla yanıt verdi. İnancın dış biçimleri sertleşip kalıplaşırken, bireysel ruhsallığa yepyeni bir ilgi gösterdiler. Tanrı ile mistik bir deneyim yaşamak için kitaplara, hiyerarşilere, camilere gerek göstermeyen bireysel sisteme Sufizm adı verildi.

       Hindistan Hinduizmi, zengin yerel Budizm, Suriye Hristıyanlığı ve hatta bölgenin ticaret merkezlerinde gelişmiş olan Yahudilik gibi inançlara yakınlığı nedeniyle Orta Asyalıların mistik ve özel ibadet biçimleri eksik değildi. Bu inançlarda yer alan mistik akımların Sufizme ne kadar katkısı olduğu tartışılabilir ama açıkça bilinen bir nokta var: gerçi ilk Sufiler Araplardı ama Orta Asya Sufizmin anayurdu oldu. İlk ve en önemli Sufi hareketleri orada ortaya çıktı ve İslam dünyasına yayıldı. Günümüzde Mevlana, Attar ve diğer Sufi şairlerin yapıtları Yeni Çağ taraftarlarını yakaladı ama o dönemde içe dönüşün, günlük yaşamdan uzaklaşmanın temsilcisi oldular.

       1100 yılından sonra Orta Asya dünyanın gözünden kaybolmadı. 14’üncü yüzyılda Batıda Tamerlane adıyla bilinen Timur, Delhi’den Akdeniz’in doğu kıyısına kadar dünyayı fethetti ve bilim insanlarıyla yazarları yeniden inşa ettirdiği başkenti Semerkand’da topladı. Yüz yıl sonra Fergana Vadisinde ortaya çıkan Babür, Hindistan’da Mughal hanedanlığını kurdu. Yetenekli bir yazar olan Babür, eski Orta Asya geleneğini sürdürüp yaratıcı yeteneklere sahip olanları sarayına çağırdı.

       Ne var ki, Orta Asya 800-1100 yılları arasında sahip olduğu entellektüel parlaklığına bir daha kavuşamadı. Zenginliğin ve kültürler-arası iletişimin ortaya çıkmasını sağlamış olan altın yumurtalayan tavuğu yüksek yerel vergiler öldürdü. Dinsel katılaşma bölgenin en özgün düşünürlerini kısıtladı. Çöküş ilerlerdikçe, Orta Asya zaman içinde Avrasya’nın yüksek kültürünün merkezi olmaktan uzaklaştı ve her yerden uzak, ıssız, geri kalmış bölge statüsüne gömüldü.

       İşin özeti, aklın ve özgür düşüncenin toprağa gömülmesi…ve halen aynı hikayenin savunulmaya çalışılması….

       Kitabın anlaşılıp eleştirilerek okunması özellikle gençlerimize çok şey katacaktır. 

Zafer Özer-Maarif Müfettişi