Bir öğrencimin anlattığı fıkra oldukça dikkatimi çekmişti. Amerikalı uzmanlar Türkiye’ye yatırım yapmak amacıyla gelirler. Amaçları Türkiye’de otomobil üretmek ve pazarlamaktır. Değişik illeri, nüfus dağılımını, hammadde kaynaklarını, ekonomik durumu ve ulaşım olanaklarını inceleyen Amerikalı uzmanlar, Türkiye’ye yatırım yapmanın faydalı olacağına, Türkiye’de üretilecek otomobillerin Orta Asya, Orta Doğu ve Balkanlarda pazar bulabileceği kanaatine varırlar. Ancak bir şüpheleri vardır. Türkiye’deki en büyük motorlu araç üretici olan bir holdingten korkmakta ve rekabet edemeyeceklerini düşünmektedirler. Devrin başbakanına bu holding konusunda bazı sorular sorup görüş almak isterler. Uzmanlar başbakana, “Sizin büyük bir motorlu taşıt üreten holdinginiz var. Her yerde o firmayı görüyoruz. Rekabet edemeyeceğimizi düşündük.” derler. Başbakan, “Hangi holding?” diye sorar. Amerikalı uzmanlar okumada zorlandıkları için holdingin adını kâğıda yazmışlardır. Kâğıdı başbakana uzatırlar. Kâğıtta “MAŞAALLAH” ve altında da “ALLAH KORUSUN” yazmaktadır. Başbakan güler. Bu bir holding ya da motorlu taşıt üretici değil, cevabını verir. Biz Türkler yurtdışından aldığımız kamyonların, otomobillerin üzerine, kaportasına “MAŞAALLAH” ve “ALLAH KORUSUN” yazarak, malımızı nazarlardan, kem gözlerden koruduğumuza inanırız. Endişe edecek bir şey yok. Lütfen yatırımınızı yapınız.” der.

Türkiye’de “MAŞAALLAH” ve “ALLAH KORUSUN” gibi yazılı olmayan ancak halk arasında etki ve yetki düzeyi geniş olan bir diğer alan siyasettir. Türkiye’de eğitim, kültür ve hazır bulunuşluk düzeyi ne olursa olsun her dört vatandaştan üçü siyasetle ilgilenir, siyaset konuşur ve takım tutar gibi siyasi parti taraftarı olur. Komşunuza misafirliğe gittiğinizde, komşunuz siyaset konuşmaya başlar. Toplum olarak siyaset konuşmaktan, siyasi olayları izlemekten aşırı derecede mutlu olduğumuz bir gerçektir. Amerika’da bulunduğum dönem içerisinde seçimlerde üç Amerikalıdan ikisinin sandığa gitmediğini, siyaset konuşmaktan hoşlanmadığını hatta siyaset konuştuğunuzda nazikçe sizi uyaracağını öğrenmiştim. Türkiye’de ilginç olan inandığı kutsal kitabı okumayan kitleler olduğu gibi inandığı siyasi ideolojinin felsefesini, teorik temellerini bilmeyen, kitap okumayan ama fanatik bir kitlenin var olduğunu düşünüyorum.

Genellikle kitlelerin en çok siyasetle uğraştığı ülkeler ya az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdir. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunun eğitim ve gelir düzeyi düşüktür. Dezavantajlı toplumların yoğun olduğu ülkelerde siyaset bir seçenek olduğu için, aynı zamanda darbe ve çatışma alanı olarak da algılanır. Muz cumhuriyetlerindeki askeri darbeler, kabileler arası çatışmalar hep suyun başını tutmak ve kaynaklara hakim olmak amacını güder. Bu durum hayvanlarda da böyledir. En güçlü olan, derede balıkların en çok tutulduğu alanda durur ve daha çok balık tutup yer. Bu yüzden hem daha güçlü olmaya ve sağlıklı yaşamaya devam eder. Diğerleri, güçlü olanın tenezzül etmediği balıklarla yetinir. Zayıf olan, balık tutamadığı, yiyecek bulamadığı için açlıktan ölür. Daha sonra diğerleri güçlü olanı aşağı indirip onun alanında avlanmaya başlar. Böylece yeni ve mutlu bir sınıf doğmuş olur.

İnsanların siyasetle uğraşma ve fanatik taraftar olma nedenleri sayısal olarak fazladır. Bu çalışmada önemli gördüğüm bazı başlıkları ele alacağım. İnsanların siyasetle uğraşma nedenleri: 1. Sosyal devlet. 2. Hukukun üstünlüğü. 3. Toplumsal uzlaşma. 4. Kamusal kaynaklar. 5. Uluslararası ajanlar. 6. Eğitim sistemi. 7. Dikey hareketlilik ve 8. Piramit yapı. Bu maddelerin önem sırası duruma, ortama ve koşullara göre farklılık gösterebilir. Aynı anda bu maddelerin birkaçı halkın siyasetle uğraşmasında etkili rol oynayabilir.

Sosyal devlet. Sosyal devlet ilkesi, toplumun katmanları arasında gelir dağılımı ve adaletsizliği azaltmada etkili bir uygulamadır. Devlet işsiz vatandaşına “işsizlik maaşı” veriyorsa, bakıma muhtaç vatandaşına şefkatli kollarını açıyorsa, vatandaşların sağlık hizmetlerine ulaşmasında ve tedavisinde gerekli olan önlemleri alıyorsa, o devlet sosyal devlet ilkesini etkili bir şekilde yerine getiriyor demektir. Eğer bir ülkede sosyal devlet ilkesi askıya alınmış, seçilmişlere yakınlık ya da parti üyeliği temel alınarak kamusal kaynaklar dağıtılıyorsa, o ülkede bireyler daha fazla partizanlık yapma ve parti kanalıyla kaynaklardan daha fazla yararlanma yoluna gideceklerdir. Bu durumda siyasetle uğraşmak, partizanlık, halk için güçlü bir rant alanı oluşturacaktır. Ayrıca devlet sosyal devlet ilkesini yerine getiremiyorsa, muhalif bir yapı ortaya çıkacak ve devletin kaynaklarının sosyal devlet ilkesine uygun paylaştırılması için mücadele edecektir. Sosyal devlet ilkesi kırılma noktasıdır.

Hukukun üstünlüğü. Hukukun üstünlüğü demokrasinin ve çağdaşlaşmanın ana ilkesidir. Bir ülkede hukukun üstünlüğü değil de seçilmişlerin üstünlüğü varsa, ezildiğini, hak gaspına uğradığını, sömürüldüğünü düşünmeye başlayan kitleler, önce örgütlenir sonra da kitlesel eylemlere başlar. Burada kullanılan yöntem siyasi örgütlere yönelmek ve ortak eylem çağrısı yapmaktır. Haksız kazancını, meşru bir zemine oturtmak isteyen kişi ya da kişiler, gruplar, hukukun üstünlüğü ilkesini etkisiz hale getirerek, hukuk kurallarına rağmen, gayri hukuki kararların alınmasını sağlar. Ülkelerin güçler ayrılığı ilkesi, seçilmişlerin adalet sistemi üstündeki etkisini ortadan kaldırmak, adaletin terazisini etkili kılmaktır. Eğer bir ülkede hukukun üstünlüğü söz konusu değilse, çıkar grupları hukuksuz eylemlerini hukukî bir duruma uydurarak hayata geçirirler. Bu duruma şahit olan kitleler, bununla mücadele etmek amacıyla siyasete yönelmeye başlarlar. Mevcut hukuk kurallarına rağmen kaçak bina yapanlar, kat çıkanlar imar affı ile önemli bir kazanım elde ederler. Bir ülkede Kamu İhale Yasası ve İmar Yasası sık sık değişiyorsa, İmar affı çıkıyorsa hukuka olan güven de düşmeye başlar. Bu durum da, siyaset arenasında öfkeli, saldırgan ve fanatik kişilerin yönelmesine sebep olur.

Toplumsal uzlaşma. Toplumsal uzlaşma, toplu yaşamanın olmazsa olmaz koşuludur. Toplumdaki belirli kesimler yaşam, geçim ve düşün biçimlerini diğer bireylere dayatmaya başlarsa, toplumsal uzlaşma ortadan kalkar. Kamusal alanda farklı etnik, dinî ve siyasi yapılar kendilerine yaşam alanı bulamadıklarında, siyasete yönelip kendilerini ifade edecekleri zeminler aramaya başlarlar. Türbanlı kadını, oğlunun düğünü için geldiği orduevine, laikliği ve bazı orduevi kurallarını bahane ederek almazsanız, türbanlı öğrencinin üniversiteye girmesine engel olursanız, bireylerin dinini öğrenme hakkını sınırlamaya kalkışırsanız, engellendiğini düşünen kitleler, siyasi erke sahip olamadıkları sürece ezileceğini düşünüp, tek seçenek olarak siyaset yapma yolunu tercih edeceklerdir. Ana dilini çocuğuna öğretemeyen, kendi kimliğine uygun olarak çocuğuna ad koyamayan, varlığını ifade etmede sorun yaşayan bireyler benzeri yollara başvurur. Demokratik yolla hak talebinde bulunamayanlar ya da bulunmak istemeyen gruplar, yasadışı örgütlenmeler yoluyla terör seçeneğini uygulamaya koyarlar. Toplumsal uzlaşma sağlanıp, alt gruplara kendilerini ifade etme yolları açılıp, yaşam alanı sunuldukça, siyaset arenası birey ve grupların ilgi alanı olmaktan çıkmaya başlar.

Kamusal kaynaklar. Devletin zengin, kamusal kaynakların çok olduğu ülkelerde siyaset cazibe merkezidir. Birçok ülkede zenginlerin, zenginlik kaynağı kamusal kaynaklardır. Bu kamusal kaynakları yönetme erkini eline geçirenler, bu kaynakları bir şekilde taraftarları ile paylaşırlar. Kamu kaynaklarını onlara peşkeş çekerler. Kamu ihaleleri usulsüz bir şekilde taraftarlara verilir. Bu uygulama, çoğu zaman mevcut mevzuata uydurulur. Görünürde hukuksuz bir şey olmamasına rağmen, iktidar erkini elinde bulunduran parti taraftarlarının zengin olduğu, sınıf atladığı ve iktidar partisinin zengin sınıf yarattığı görülür. Bu durumdan nemalanmak isteyen çıkar grupları ya da bireyler, siyasete yönelir ve siyaset yoluyla hak etmedikleri kazançları, hakları ve statüleri elde etmeye başlarlar. Eğer bir ülkede holding patronu siyasete yönelmişse, bu durumu bir vatana hizmet olarak algılamak gerekir. Ancak denetimini de elden bırakmamak, yetimin hakkını korumak için gereklidir. Bir ülkede devlete ait banka varsa, banka kredileri, bankanın yönetim kurulları (arpalıkları) kitleleri daima tahrik eder. Çıkar gruplarının siyasete yönelmesinde etkili rol oynar.

Uluslararası ajanlar. Meşhur bir Türk atasözü vardır. “Kurt dumanlı havayı sever.” Ülkeler daima başka ülkeleri takip eder, ekonomilerini, etnik, dini ve siyasi yapılarını inceleyip o ülkelerde iç kargaşa çıkarmaya çalışırlar. 1978 yılında Kızıl Tugaylar adındaki sol örgüt, İtalya’da devrin başbakanı Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmüş ve Roma’da bir arabanın bagajında bırakmıştı. 1993 yılında bu sol örgütün finansmanını Amerikan gizli servisi CIA’nın verdiği ortaya çıkmıştı. Türkiye’de 12 Eylül 1980 öncesi sağ ve sol gruplardan kişiler ölüyordu. Bir kişinin üzerinde bulunan silahın balistik incelemesi sonucunda, silahın hem solcu hem de sağcı olarak bilinen kişilerin öldürülmesinde kullanıldığı ortaya çıkmıştı. Bir ülkede kitleler aşırı siyaset meraklısı ve çatışma yanlısı ise, dış güçlerin görev başındaki ajanlarının başarılı olduğu aşikârdır. Düşman daima oyun yapacak, çatışma alanları yaratacak, fitne ve fesat tohumları atacaktır. Uyanık olmak, doğru kararlar vermek gerekir. Aksi takdirde siyaset sorun çözmenin değil, sorun üretmenin merkezi haline dönüşür.

Eğitim sistemi. Bir ülkede bireylerin niteliğini artırmada en önemli değişken eğitim sistemidir. Eğitim sisteminden geçen bireylerin bilgili, becerikli, nitelikli, yaşam kalitesini artıran, doğru sorun çözebilen, iyi üretici, iyi tüketici ve iyi vatandaş olması beklenir. Eğitim sistemi reaktif insanlar yetiştirmeye başlamışsa, ilgi alanına odaklaşan, etki alanından uzaklaşan bireyler yetişir. Bu bireyler değiştirebilecekleri alanlara değil, değiştiremeyecekleri alanlara yönelirler. Bu durum üretmeyen ama konuşan, düşünmeyen ama yönetilen, kullanılan bir popülasyon yaratır. En tehlikeli bireyler eğitim yoluyla mankurtlaşmaya başlayan bireylerdir. Bir alanda uzman olup patent alan, icat yapan, bilimsel araştırma yapan, uluslararası sergi açan, uluslararası sanatçı olan, sportif karşılaşmalarda ülkesine madalya kazandıran kişiler siyasetle pek uğraşmazlar. Bilim adamı ne zaman üretemez, ressam ne zaman sergi açamaz, futbolcu ne zaman gol atamaz ise, popülerliğini korumak ve kendisine yeni bir yaşam alanı bulmak için siyasete yönelip demogoji yapmaya başlar. Pavlov “Şartlı tepki” deneyini yaptığı dönemde asistanı deneye geç kalır. Pavlov sinirlenir. Pavlov, asistanına, “Nerede kaldın?” diye sorar. Asistanı, “Bolşevikler eylem yapıyorlar. Onlara baktım.” cevabını verir. Pavlov, asistanına dönerek, “Sana ne. Senin işin araştırma yapmak.” der. Bu kadar apolitik olmayı da doğru bulmadığımı, devletin yönetim sistemi değişirken, köpeğin salyasını ölçmeye odaklaşmanın da tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Eğitim sistemi nitelikli bireyler yetiştirememişse, bireyler üretmekten daha çok konuşmaya yönelir. Bu durum da eğitim sistemlerinin etkililiği ile siyasetle uğraşma ters orantılıdır.

Dikey hareketlilik. Toplumlarda dikey ve yatay hareketlilik vardır. Demokrasinin ve hukukun üstün olduğu toplumlarda, dezavantajlı bir ailenin çocuğu, üst düzey bir göreve gelebilir. Kast sisteminin olduğu toplumlarda ise böyle bir durum söz konusu değildir. Her çocuk, ailesinin sosyal sınıfına mahkûm edilir. Dikey hareketlilik zekâ, bilgi, beceri ve alınan diplomalara bağlı olarak gerçekleşmişse, siyaset çok fazla tercih alanı olmaz. Ancak, bir ülkede kamunun bürokratik makamlarında yükselmenin ön koşulu bir siyasi parti üyesi olmak ya da aktif olarak siyasetle uğraşmaksa, bireyler dikey hareketliliği sağlayabilmek için aktif siyasetle uğraşmaya başlar. Örneğin, bir ilin valisi gerekli eğitime, bilgi ve beceriye sahip olduğu için değil de, iktidar partisinin fanatik taraftarı olduğu için atanıyorsa, siyasetle uğraşmak o toplumda sosyal bir göreve dönüşebilir. Herhangi bir bakanlıkta çalışan personel, daire başkanı, genel müdür ya da bakan yardımcısı olmak istediğinde, herhangi bir partiden listeye giremeyeceğini bildiği halde aday adayı olması, akabinde de genel müdür olarak atanması, siyasetle uğraşmasının ana gerekçesini oluşturacaktır. Bir ülkede parti taraftarlarının bürokratik kadrolara atanıyor olması, dikey hareketlilik için siyaseti cazip hale getirir. Eğer bir ülkede bürokratik makamlara atanmak parti üyeliği dışında yeterlik ve yetkinlik gibi ölçütlere göre yapılıyorsa, bireylerin siyasetle uğraşmak gibi bir çabası da olmayacaktır. Dikey hareketlilik sürecinde parti üyesi olmak önemli bir ölçüt ise, kamusal alanda etik ilkeler ve liyakat göz ardı ediliyor demektir. Bu durumda “Bilgisizler yetkili, yetkisizler bilgili olur.” Dikey hareketlilikte siyasi tercihlerin göz önünde bulundurulması liyakat ilkesini ve etik değerleri yok eder. Liyakatli kişiler kamusal alanda değerlendirilmediğini düşünmeye başladığında, değerlendirilmeleri için bir siyasi parti üyesi olma zorunluluğu olduğunu kabul ettikleri anda, onlar da yeni yaşam alanı olarak ya iktidar partisini ya da gelecekte iktidara gelme olasılığı olan partiyi desteklemeye, fanatik bir üyesi olmaya, siyasi yatırım yapmaya başlayabilirler.

8. Piramit yapı: Toplumlar değişik yapılardan oluşur. En çok piramit yapı ya da limon türü yapılardır. Piramit yapıya sahip olan toplumlarda ezenler ve ezilenleri ele aldığımızda mutlu bir azınlığın varlığı, ezilen kitlelerin ise çoğunluğu oluşturduğu görülür. Toplumda küçük bir mutlu azınlık, kendisinin sömürüldüğünü düşünen büyük ve öfkeli bir kitle oluşur. Kaynakların eşit ve adaletli dağıtılmadığı bu yapılar her türlü siyasi istismara açık olduğu gibi, kitlesel tepkiye de açık olabilir. Piramidin altında, dezavantajlı ve ezildiğini düşünen kesimler, belirli ideolojilerin çalışma alanı haline dönüşür. Ezilenler, ezenlere karşı gasp edildiğini düşündükleri haklarını alabilmek için belirli siyasi grupların etkisi altına girer. Görüldüğü gibi toplumsal yapı, kendi iç siyasi dinamiğini kendisi oluşturmaktadır. Toplumlar limon türü yapılanmaya gittiklerinde üst sınıf ve alt sınıf az, orta sınıf ise fazladır. Orta sınıfın fazla olması, gelir dağılımının eşit ve adaletli olmasını sağlar. Bu durumda siyasetle uğraşan birey sayısı az olduğu gibi kitlesel eylemlerde sınırlı düzeyde gerçekleşir. Bir toplumun huzur ve sükûnun ölçütü, orta sınıfın güçlü olmasıdır.

Bireylerin siyasetle uğraşma gerekçeleri bu sekiz madde ile sınırlı değildir. Ülkesinin gelişemediğini, sanayileşemediğini, fakir kaldığını düşünen kişiler, ülkelerini daha iyi yönetip milletini refaha kavuşturmak amacıyla siyasete atılabilirler. Ülkelerinde gördükleri hataları çözmek, mutlu ve huzurlu bir toplum yaratmak için aktif siyaset yapmak isteyen kişiler de olabilir. İdeolojisini başkasına dayatmak ve herkesi kendi ideolojisine uygun bir devlet sisteminde yönetilmeye zorlamak için siyasete girenler de olabilir. Ayrıca mevcut yöneticilerin, ülkenin bağımsızlığını tehlikeye düşürdüğünü iddia edip siyasi örgütlenmelere yönelenler de vardır. Dini gerekçeleri ileri sürüp cihâd ilân eden, devlet yönetimini değiştirmek isteyen gruplar olabileceği gibi başka bir ülkenin çıkarlarına hizmet eden, satılmış hain yapılanmalar da ortaya çıkabilir. Cemaat ya da tarikat üyeleri, siyasetle uğraşıp statü elde etmeye, cemaate talebi artırmaya, cemaat ya da tarikat üyelerinin bürokraside söz sahibi olmasını sağlayarak etki alanını genişletmeye çalışabilir. Amaç ne olursa olsun, siyasetle uğraşan her birey, siyasetle uğraşma gerekçesini makul ve mantıklı bir hâle büründürebilir. Siyasetle uğraşmak, profesyonel siyaset yapmak eleştirilecek ya da kınanacak bir durum değildir. Bir toplumda bir şekilde siyasetle uğraşan kişilerin olması, örgütlerin kurulması da demokrasinin bir gereğidir. Benim bu makalede vurguladığım durum, kitlelerin siyaset yapma eğiliminin teorik temellerini tartışmaktır.

Sonuç olarak siyaset, çoğulcu demokrasinin olmazsa olmazı arasında yer alır. Avrupa ve Amerika’da, oturmuş sistemlerde, üreten ve ürettiğini ihraç eden ülkelerde siyaset güç kullanma alanı, cazibe alanı olmaktan çıkıp hizmet alanı olmaya doğru evrilmektedir. Siyaset, ülkesine hizmet etmeye çalışanların, ülkesi için seçeneği olanların elini taşın altına koyduğu bir uğraş alanıdır. Bu ülkelerde siyasete atılanlar sahibi oldukları ticari örgütlerden uzaklaşırlar ve kamusal kaynakları, çıkar aracı haline getirmezler. Siyasi partiler “İş ve İşçi Bulma Kurumu” gibi bir işleve sahip değildir. Kamuda işe girmenin ölçütleri ve koşulları bellidir ve her şey nesnellik ilkesine göre yapılır. Kamusal alanda atanma ve yükselme liyakat esasına göre yapıldığı zaman, siyasi partilere rağbet olmaz. Kamusal kaynaklar sadece kamu yararına kullanılır. Batmak üzere olan firmasını kurtarmak isteyen patron, siyasete girerek kamu bankalarını can simidi olarak kullanmaya kalkışmaz. Siyaset haksız kazanç alanı olarak kullanılmadığı için, hesap verebilirlik ve bağımsız mahkemeler toplumsal yaşamda etkili rol oynar. Çürük raporu verilerek askerlikten muaf olanların olmadığı bir toplum yaratmanın yolu, etik ilkeleri hakim kılmak ve devletin kaynaklarını azaltmaktır. Devlet sağlık, eğitim ve güvenliğin dışındaki alanları özel sektöre devrederek, asıl etki alanına odaklaşmalıdır. Sermaye düşmanlığı yaparak, sermaye sınıfı ile çatışmak yerine, sermaye sınıfının ürettiği değerleri bireylere eşit ve adaletli bir biçimde dağıtarak “sosyal devlet” ilkesini gerçekleştirmek gerekir. Devlet sanayileşmede liderlik ve rehberlik yaparak, alt yapı sorunlarını çözerek özel sektöre yaşam alanı sunmalıdır. Sermaye sınıfının güçlü olmadığı toplumlarda (Çin’de olduğu gibi) yabancı sermaye ülkeye davet edilmeli, yabancı sermayenin ulusal kaynakları sömürmesine müsaade etmeden, katma değer yaratması desteklenmelidir. Siyaset bir statü alanı değil, sorumluluk ve hizmet alanı olarak kabul edilmeli ve çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı ilkeleri mutlaka yaşatılmalıdır.