Sayın Bakanımız Ziya Hocanın dün akşamki programdaki konuşmasını izlerken derin düşüncelere daldım. Ziya hocanın TV’ lerde yaptığı tüm programları takip ederken hep aynı düşüncelere dalar;  bazen bir ümitlenir ve bazen de ümitsizliğe duçar olurdum. Aslında eğitim adına yitirmiş olduğum ümidimi Ziya Hocanın bakan olmasıyla yeniden diriltmiş, tüm ülke insanı gibi çocuksu bir heyecana kapılmıştım. Hatta Ziya Hocayı, “köprüden önceki son çıkış” olarak görmüş ve bu düşüncemi her platformda dillendirmiştim. Neden mi böyle düşünmüştüm? Bunun cevabı çok basit aslında… Her şeyden önce Ziya Hoca bir eğitimciydi. Eğer eğitim adına doğru eksende bir dönüşüm olacaksa, bunu ancak politik kulvarın negatif niteliklerinden uzak sadece eğitimi bilen ve eğitim kaygısı taşıyan, bunun dışında bir beklentisi olmayan yetkin birilerinin önderliğinde yapılabilirdi. Ziya Hoca ülkemin akademiasında eğitimi bilen ve bu alana kafa yormuş sayılı akademisyenlerinden biriydi. Onu ayrıcalıklı kılan şey, bakanlık makamına gelirken özellikle farklı beklentiler için kullanılan “propaganda” vb. aparatları kullanmamasıydı. O sadece eğitimci niteliğiyle bu makama gelmişti. Duruşu, tavrı, konuşması güven vericiydi. Emaneti taşıyacak ehliyete sahip olduğundan herkes emindi.

            Ziya Hocayı her dinleyişimde konuşmasındaki insan kaygısı ve samimiyeti ile piyasanın hoyrat gerçeklerini karşılaştırır ve aklıma şu soru gelir: -Ziya Hoca ne yapsın?

       On yıllar boyunca eğitimde reform adına düşünmeden ve rasyonellikten uzak yapılan her reform çabası yeni problemlerin doğmasına neden olmuş, sistem bir kısır döngünün içine sürüklenmişti. Bir açıdan eğitim sistemine “onulmaz bir hastalığa yakalanan hastaya bakıldığı” gibi davranıldığı bir ortamda Ziya Hocanın bakan olması, herkeste yeni bir heyecan uyandırmıştı. Böyle bir ortam ve zeminde bakanlığı kabul etmek yüksek cesaret isteyen bir davranıştı. Ziya Hoca bu cesareti gösterdi. Eğitim meselelerine oportünist ve konjonktürel bakmadı. Biliyordu ki, eğitim sorunları bugünden yarına çözülecek nitelikte sorunlar değildi. Bunun için ciddi planlamaların yanında, hazırlanan planların adım adım takip edilmesi; her aşamada durum değerlendirilmesi ve elbette bunun için “sadece eğitim kaygısı” taşıyan kadrolara ihtiyaç vardı. Bundan dolayı daha işin başında ciddi bir hazırlıkla işe başladı. Vizyon belgesi hazırladı ve nelerin yapılacağı, yapısal, kadrolamaya ve içeriğe dair hedefler belirlenerek hepsi belli bir takvime bağlandı. Sayın bakan her paylaşımında eğitimin doğrularından bahsetmekteydi. Ancak Ziya Öğretmen sanki hep yalnız gibiydi. Kos koca bir sistem bir tek Ziya Hocanın ya da  Ziya Hoca gibi düşünen belli bir kesimin/kadronun çabasıyla elbette düzelemezdi. Tüm eğitim çalışanlarının yanında, tüm kamuoyunun, sivil toplumun, sendikaların kısaca herkesin asgari eğitim kaygısı ve çabasının içinde olması gerekmekteydi.

       Ziya Hocayı daha önceden tanıyan ve takip edenler bilir. Ne diyordu Ziya Hoca: “Sağlam bir zemin kurmak ve kök sorunları halletmek için eğitimin öncelikle evrensel olarak tasarlanması gerekir. Zira eğitimin mesajı evrensel manada “insan”’adır. Mesajı insana olan her şey önce evrensel tasarlanır sonra mahallinde o toprağın boyasıyla boyanır ve millileşir. Millileşmezse özgün kültür unsurları doğmaz ve yeni bir uygarlık tohumu oluşmaz. Diğer yandan, ilk ve tek aşamada milli olarak düşünülen eğitim politikaları küresel bir kuşatıcılık içeremez. Bundan dolayı eğitim önce evrensel tasarlanmalıdır. Aksi halde, hiçbir özgünlüğü olmayan, popülerden kaçamayan, moda eğitim akımlarına esir olan bir eğitim yaklaşımı zuhur eder. Yeni bir eğitim sistemi kurmak için bir diğer temel husus eğitimin zemin şartlarına ilişkin bir toplumsal mutabakat sağlamaktır. Böyle bir mutabakat olmadan eğitim sisteminde yapılması öngörülen değişiklikler sadece bir zümrenin, bir partinin, bir grubun kapsam geçerliğini taşıyabilir; zıttını doğuran girişimler silsilesini besler. Mutabakat, bu topraklarda yaşayan her canın kendisini değerli hissetmesini sağlar. Eğitim bir parti ödevi değil, bir millet ödevidir. İktidar değiştiğinde insan yetiştirme anlayışının değişmesi millet olma bilincinin, demokrasinin, uygar bir duruşun henüz olgunlaşmadığını gösterir. Olgunlaşmayan toplumlar rasyonaliteden uzak, tek tip ve bunun bir sonucu olarak tek tipçi birey yetiştirmeyi hedefler.” Zihninin arkasındaki evrenselliği kavrayabilecek eğitimcilere ihtiyacı vardı. Eğitim işinde toplumsal mutabakatın olmazsa olmaz olduğunu, bunun için de “eğitim” diye adlandırılan bu kavrama yönelik olarak ortak ve değişmeyen kabullerin herkesçe kavranması ve kabullenilmesi gerektiğini biliyordu.  Yani ideolojilere mahkûm kişi ve grupların öznel tercihlerinin eğitim sisteminin genel geçer kabulü olamadığını, bu düşüncelerle eğitim sistemin sadece patinaj yapacağına vurgu yapmaktaydı.

       Diyordu ki, “Türkiye anahtarı aydınlıkta aramak yerine bir an önce kaybolduğu yerde aramaya başlamalıdır. Öğretmen yetiştirme sorunu konuşulmadan, toplumsal mutabakat zemini tartışılmadan, gelir adaletsizliği yerine adalet temelli bir bakış geliştirmeden, devlet aklıyla canlı bir sistem tasarlamadan, dünyayı sahici bir biçimde okumadan eğitimde yol alınamaz. Bir eğitim sisteminin şekil şartlarını yerine getirmek ikincil ve kolay olandır. Özellikle vurgulamak gerekir ki, eğitim sistemini teknik olarak kurmak kolay. Yeter ki işin uzun vadeli siyaseti kurulsun. Eğitim güncel siyasetin nesnesi değildir; her bir çocuğun hepimize emanet edilen gelecek tasavvurudur. Gereken maddi kudrete ve iradeye sahip olmak, insan odaklı sahici bir eğitim sistemini ve gelecek tasavvurunu gerçekleştirmeye yetmez. Bilimin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Türkiye’nin birikimini bilimle buluşturmak çözümün doğasıdır. Böyle bir buluşma olmadan, Türkiye Ne Orta Gelir Tuzağından ne de Orta Eğitim Tuzağından çıkamaz.” Şeklindeki tespit ve çözüm öneriler gerçekten eğitim kaygısı taşıyan ve eğitimle ilgili yüksek müktesebatı olan herkesin ortak düşüncesiydi.

       Ama her aşamada (pek dillendirilmese de), birileri Ziya Hocanın başarmasını istemiyor, derinden derine yapmaya çalıştığı iyileştirme çalışmalarından hazzetmiyordu. Bazı köşe yazarları onun bu faaliyetlerinden rahatsız olduğunu açıkça söylüyor ve köşelerine aktarıyorlardı. Yani bakanımız çoklu etki alanları arasında çoğu kez yalnız başına bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Bakanın zihin dünyasının çok gerisinde olanlarla (bilgiye, düşünceye, insana, kültüre, medeniyete, devlete dair yeterince müktesebatı olmayanlar)  aynı kaygıları ve hedefleri taşımak elbette mümkün değildir. Ve elbette toplumunda eğitim adına benzer kaygıları taşıması gerekir. Ziya Hoca sanki tek başına bir şeyler yapmaya çalışıyormuş izlenimi veriyordu. Eğitime(felsefesi, amacı, yapısı, içeriği) dair ortak bir hedef olmadan ve sürekli farklı ve etkin güç odaklarının kendi muhayyilelerine(öznel) uygun olarak sistemi dizayn etmeye çalışması durumunda ne yapılabilir ki?  

       Ziya Hoca “Ziya Öğretmenle Eğitim Buluşmaları” adlı Erzurum’ da yaptığı bir konuşmada; “Bakın eğer bizim arkadaş, bizim tanıdık, bizim aşiretten akraba, bizim takımdan, bizim ekipten diye birlerini yönetici yaparsanız inanın iki dünyada mahvolursunuz. Niye biliyor musunuz? Bu bir emanettir de ondan…Emanet dediğin şey emin olan, emin olmakla meşhur olmuş olan, el emin olmakla temayüz etmiş olan gönül pusulanın tam akis iş yapmış olursun. En kıymetlisinin anahtarını, Kabe’nin anahtarını bir sahabeye değil de bir gayri Müslim aileye veriyorsun. Bütün sahabeler bekliyor, Kâbe’yi aldık, anahtarı kim, hangi kabile alacak diye. Hiç birine vermiyor. Gayri Müslime veriyor. Çünkü işin ehli onlar diyor. En kıymetlisinin anahtarını gayri Müslime verebilen bir medeniyet, kenar mahalledeki okulun anahtarını işin ehline veremiyor. O hale geldik. (dinleyicilerden yoğun alkış)… Niye önemsiyorum okul müdürünü biliyor musunuz? Bütün öğretmenlerimize yeterli yatırım yapmayınca, zaman ve para istiyor. En kestirme yol müdürlerden geçiyor. Eğer okul müdürü ehliyetli ise, o zaman o okul okul oluyor. Bir okul, müdürü kadar okuldur. Okul müdürü yetenekli ise, öğretmen odası huzur adası, barış adası oluyor” demesi hakikaten manidar bir tavır. Bir bakan olarak bu sözleri söylemek zorunda kalması aslında yalnız kaldığının da bir göstergesi olarak yorumlanabilir.

       Yani bir müdür görevlendirmesinde bile ehliyet ve liyakate riayet edilmediği gerçeğinin sayın bakan tarafından dile getirilmesi, aslında kat etmemiz gereken onlarca eşik olduğunun bir göstergesi ve ispatıydı. Yani Ziya Hoca bu durumda ne yapsın?  

       Üstüne üstlük hesapta olmayan ve dünya var olalı benzeri görülmeyen bir belayla karşılaştı tüm dünya… Bu öyle bir belaydı ki, tüm müesses sistemler yeniden sorgulanması, tanımlanması ve yeni gerçeğe uygun kurgulanması gerekecekti…

       Daha önce bir yazımda belirttiğim genellemeyi yineleyerek noktayı koyayım. “Yelkenler açılıp tüm kürekler aynı yöne çekilmediği ve kaptanından tayfasına kadar gözler aynı yöne bakıp, yürekler aynı sızıyı duymadığı sürece gemi yol alamaz” Öncelikle kendi tercih ve kabullerimize değil; eğitimin doğrularına karar vermemiz gerek. Vesselam…

Zafer Özer- Maarif Müfettişi