rof. Dr. Gökçen Orhan, Kovid-19'a ilişkin dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Orhan, "Kovid zannedildiğinin ötesinde, hep bir akciğer hastalığı gibi geçirilmesine rağmen aslında bir pıhtı hastalığı, yaygın bir damar hastalığı. Pıhtıların damar içinde oluşması ile ortaya çıkan bir hastalık." diyerek, "Bu noktada bir konuya dikkat çekmemiz gerekiyor." dedi. Orhan,  Finans Gündem'den Volkan Karsan'ın sorularını yanıtladı. 

"YAZDIM, ÇOK İLGİNÇ BİR ŞEY OLDU, YAZDIKÇA YAZASIM GELDİ, YAZASIM GELDİKÇE YAZDIM"

- Sayın Orhan, kitabınız “Emanet Kalp” çok etkileyici bir roman. Hem Covid 19 ve ölümcül yansımaları hem organ nakli konusu hem de sağlık ordumuzun fedakar savaşçılarımızın öyküleri var… Nasıl yazıldı bu kitap?

- Türkiye’de bu tarzda yazan kimse yoktu şimdiye kadar. Ben buna ‘neşter edebiyatı’ -bu, NewYork Times’da okuduğum bir makaleden alıntıdır- dedim. Bir ameliyat öyküsünün etrafında gelişiyor olaylar. Ameliyathanenin içinde yaşanan olaylar anlatılıyor, o yüzden neşter edebiyatı dedim. Benim bildiğim Türkçe yazılmış, tıp etrafında gelişen bir roman yok. İlk deneme oldu.

Bu, benim Kovid 19 sayesinde yazabildiğim bir roman. Ben çok hızlı çalışan bir cerrahım. Zaman, mekan kavramım yoktur çünkü uç ameliyatlar yaparım. Örneğin, kalp nakli, çok az merkezde yapılan iyi kasılmayan kalplerle ilgili ameliyatlar. İster istemez yoğun çalışıyorum. Ama pandemi döneminde bir ‘es’ aldım, biraz nefes alma fırsatımız oldu. Hasta yükümüz azaldı, ancak acil hastaları alır hale geldik. Benim çok yakın bir dostum var, yazar Bedia Ceylan Güzelce… Beni o dönemde Kovid ile ilgili tıbbi bir sorun için aramıştı. Ben onu yarım saat dinledikten sonra dedim ki, “Ben de bir roman yazmak istiyorum ama beceremiyorum. Sen de bana bunu anlatsana.” O bana bazı yollar gösterdi. Biz onunla “Emanet Kalp”in temelini attık. Benim böyle başladığım ama yarım kalmış romanlarım vardır, başlamışımdır ama bitmemiştir çünkü tekniği bilmiyordum. Bedia, benden bir roman yazmamı değil, parçalar halinde öyküler yazmamı sonra birleştirmemi istedi. “Aynı öyküyü küçük parçalara ayır, onları yaz ve sonra birleştir” dedi. Biz cerrahlar gördüklerimizi uygularız, bir metodolojimiz vardır. Aslında ameliyata girmeden A planınız, B planınız, C planınız, D planınız hep vardır. Ameliyat zannedilir ki, girilir patır kütür yapılır. Hayır, bir gece öncesinde siz onun bütün planını, programını kafanızda yaparsınız. Şimdi bu metodolojiye anlayınca, parçalara ayırarak onu yaptığımda ben kafamda bir metodoloji oluşturdum. Bu tamamen istem dışı oldu.

Benim çok yakın bir dostum var, yazar Bedia Ceylan Güzelce… Beni o dönemde Kovid ile ilgili tıbbi bir sorun için aramıştı. Ben onu yarım saat dinledikten sonra dedim ki, “Ben de bir roman yazmak istiyorum ama beceremiyorum. Sen de bana bunu anlatsana.” O bana bazı yollar gösterdi. Biz onunla “Emanet Kalp”in temelini attık.

Sonra yazdım, yazdıkça çok ilginç bir şey oldu, yazdıkça yazasım geldi, yazasım geldikçe yazdım. Ortaya bir metin çıktı. Sonra o metni çok güvendiğim insanlara, öncelikle Bedia’ya okuttum. “Çok güzel olmuş” dediler. Sonraki aşamada, tabii ben bir edebiyatçı değilim, bir iddiam da yok, ben bir cerrahım. Cerrahlığım konusunda bana birisi bir şey söylediğinde her tür tartışmaya da girerim ama haddimi de bilirim yazar da değilim. Burada bir yol alırsam yazar olabilirim ama şu anda yazar da değilim. Ben bir yola çıktım, çok güvendiğim dostlarıma, çevremdeki edebiyatla ilgili insanlara okuttum. Onlar da çok beğendiler, bazı eleştiriler yaptılar. Onları elden geçirdim. En son yolumuz İpek Özbey ile kesişti. Editörlüğümü kabul etti. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Biz onunla metnin üzerinden bir daha geçtik. Yeniden yazmadık aslında, daha güzel Türkçe haline gelmesini sağladı. İpek Özbey’den yazma konusunda çok şey öğrendim. Birçok ödev verdi. Bunları yaptıkça ortaya bu kitap çıktı.

Ben hayatımda bazı şeyleri profesyonellere delege etmeyi severim. Bir kitap ajansıyla anlaştık. O ajans aracılığıyla dört yayınevi okudu. Üçü olumlu döndü. Kitap insanların hoşuna gitti. Biz düşündük ve Hep Kitap ile anlaştık. İyi ki de öyle yapmışız. Genç ve dinamik bir kadrosu var. Tam bana uygun. Bu deneyime başlarken etrafım beni çok uyardı. “Türkiye’de birçok yazarın ilk romanları çok satmaz. Bu da satmayabilir. Büyük beklentiyle girme…” Ama beklediğimizin üzerinde bir ilgi oldu. Şimdi ikinci baskıya girmek üzereyiz. Umarım başka baskılar gelir. Bu arada ikinci romanı yazmaya başladım. O da yine neşter edebiyatı olacak. Yine bir ameliyat öyküsünün etrafında gelişen bir konu. Ameliyat anlatmıyoruz ama onun etrafında dönüyor olay. Yine spesifik bir ameliyattan söz ediyoruz. Aynı kalp naklinin nasıl yapıldığı gibi. Tabii tıbbi dilde değil. Herkesin anlayabileceği bir dilde anlatmaya çalışacağız, bakalım o nasıl olacak?

"KOVİD ZANNEDİLDİĞİNİN ÖTESİNDE ASLINDA BİR PIHTI HASTALIĞI, YAYGIN BİR DAMAR HASTALIĞI"

- Neşter edebiyatından biraz da neştere dönersek, Kovid 19 nedeniyle yakın gelecekte kalp hastalıkları nasıl şekillenecek ya da etkilenecek?

- Kovid zannedildiğinin ötesinde, hep bir akciğer hastalığı gibi geçirilmesine rağmen aslında bir pıhtı hastalığı, yaygın bir damar hastalığı. Pıhtıların damar içinde oluşması ile ortaya çıkan bir hastalık. Bu noktada bir konuya dikkat çekmemiz gerekiyor. Maalesef Tıp ile ilgili insanlar ikiye ayrıldılar. Bunlardan bir kısmı vitamin ve sağlıklı beslemeyi öne çıkararak aşı karşıtlığına kadar gidebiliyorlar. Bir de gerçekten sahada savaşan, benim gibi iki kere Kovid olmuş, savaşa devam eden doktorlar var. Bu doktorlar, özellikle akademisyen olanlar konuyla ilgili ciddi makaleler okuyorlar. Popüler kültürde ilgi çekecek bir şey söylemek çok kolay. Topluma bir mesajı verirken bilimsel altyapıyı çok doğru şekilde anlatmak gerekiyor. Derinlemesine süzmek için de ciddi bir bilimsel birikim gerekiyor. Şu anda ben eminim ki sosyal medyada “Aşı tu kaka” desem, şu ankinden çok daha fazla ilgi toplarım, takipçim artar.

Pıhtı konusu benim özel ilgi alnımdır. Birçok pıhtı ilaçları da öyle. İnternette de görebilirsiniz, aralarında Cem Yılmaz’ın da bulunduğu geniş bir ünlü topluluğuyla pıhtıya dikkat çektiğimiz kampanyalar da yaptık. Kovid nasıl bir hastalık? Önce onu bir anlatmak lazım. Aslında kimse bu hastalıktan enfeksiyondan ötürü ölmüyor. Kovid aslında bir grip. Hepimiz grip geçiririz. Gripte de kalbimiz tutulur, akciğerimiz tutulur. Gripte de pnömoni(zatürre) oluruz. Ama asıl sorun Kovid hastalığında -genetik olarak veya başka nedenlerden dolayı- vücut bu hastalığın etkenine çok ciddi bir reaksiyon gösteriyor. Öyle bir reaksiyon gösteriyor ki, sanki vücut çıldırıyor. Bunu da maalesef şu an için öngörmek mümkün değil. Belki de ileride -şimdi de o yönde çalışmalar var- bir takım gen tahlilleriyle, birtakım gruplarda bu çıldırmanın sebebini bulabileceğiz. Kovid’te vücut çıldırdığında, -sitokin fırtınası gibi ya da hiperimün yanıt diye kısa laflar söyleniyor- adeta virüsü yok etmek için normalin çok üzerinde bir tepki gösteriyor. Vücudumuz bu tür yanıtlar verdiğinde, damar cidarı bozulunca, damarlarımızın içinde bu yanıta bağlı pıhtılar oluşuyor. Pıhtılar oluşunca organlara giden en uç damarlarımız, pıhtılarla tıkanıyor ve organ fonksiyonlarımız bozulmaya başlıyor. Sonra da çoklu organ yetersizliğine yakalanıyoruz.

En sık nerede oluşuyor bu pıhtılar? Akciğer, karaciğer, böbrek, sonra kalp daha da kötüsü, damarları besleyen yapılarda, damarın damarında da oluşuyor. Bu yaygın iltihabi durum, o kadar hızlı seyrediyor ki biz Kovid’te insanları kaybediyoruz. Bunun için pıhtı ve pıhtıyla savaşmak çok önemli. Biz ilk günlerde bu hastalığa yaptığımız tedavilerin bugün tam tersini yapar olduk. Birtakım ilaçlar veriyorduk bugün vermiyoruz.  Mekanizmayı daha iyi anladıkça hastalıkla daha iyi savaşır olduk. Kovid’te artık neden steroid veriyoruz, bunu herkes biliyor? O delicesine yanıtı azaltmak için… Aktif Covid’te neden kan sulandırıcı veriyoruz? Pıhtıları yok edip, organların pıhtılarla beslenmesini engellemek için veriyoruz…

"BU İŞİ KEFEYE KOYARSAK, BİR TARAF AĞIR BASIYOR YANİ AŞILANMAMIZ GEREKİYOR"

- Biraz önce sözünü ettiğiniz gibi, aşı konusu ciddi bir tartışma yarattı, bir tıp insanı olarak sizin çağrınız nedir?

- Bütün bu gürültü yeni aşı teknolojisinden çıktı. Bu yeni kullanılan teknoloji henüz çok sayıda insan üzerinde denenmiş bir teknoloji değil. Daha önce yol alınmıştı ama Kovid’le daha da hızlandırıldı. Hepimizin bildiği gibi FDA de iki gün önce onay verdi. Ondan önce FDA onayı da yoktu. Bu onay neden önemli, çünkü FDA çok ince eler sık dokur. Bir ilacın FDA onayı alması her zaman uzun sürer. Mesela Avrupa’da kullanılan birçok ilaç bu onayı sonradan almıştır. En önemli referans merkezi burasıdır.

İlk başlarda Sinovac vardı. Bu aşı bizim suçiçeği, çiçek gibi virüs aşılarının hepsinin üretildiği yöntemle üretiliyor. Bunun için Sinovac’ın güvenli olduğunu herkes biliyordu. Biz de ülke olarak Sinovac’ı tercih ettik, ki ben de herkese bu aşıyı olalım dedim. Ancak daha sonra bir dizi mutasyonlar gelişti. Bu mutasyonlar sonucunda şu anda tıbbi olarak biliyoruz ki, Sinovac’ın yeni varyantlara etkisi ya çok az, ya da etkisiz. O zaman elimizde silah olarak yeni nesil RNA aşıları kaldı. Bunların içinde Johnson&Johnson aşısının pıhtıya yol açtığına yönelik bir yayın çıktı. İstatistik, bir bilimdir ve bu bilim siz nereden bakarsanız orayı söyleyen bir bilimdir. Bir de bin denek üzerinde yaparsanız sizi yanıltabilir, on bin denek üzerinde yaparsanız daha doğru sonuca ulaşabilirsiniz. Bu yayın ilk çıkan verilere göre yapılmıştı ve insanlarda bir reaksiyon gelişti. Sonradan uzun vadede bakıldığında, sayı arttıkça Johnson&Johnson aşısının bile Kovid’in yarattığı yan etkilerin çok daha altında bu tip sorunlara yol açtığı görüldü. Ama bir kere damga yenilmiş oldu.

Aşılanmazsak bu pandemiden nasıl çıkacağız? Ya herkesin bu hastalığı geçirmesi gerekecek. Ama şöyle bir sorun çıkıyor, bu virüs çok hızlı mutasyon geçiriyor, tip değiştiriyor. Siz birini tanırken öbürü çıkıyor ve yumruğu geçiriyor. Bundan çıkmanın tek yolu hızlı bir şekilde aşılanmak. Sürü bağışıklığına bel bağlayan hiçbir ülke kalmadı. Hem ekonomik açıdan hem de kayıplar açısından vazgeçtiler.

İkinci konu, aşı hakkındaki deneyim üzerine spekülasyonlar da çok arttı. Üçüncüsü bir de miyokardit yani kalp kasının iltihabı konusu gündeme geldi. Şimdi altını çizerek söylüyorum, saygın tıbbi dergilerde yayınlanmış makalelerden elde edilen verilere göre aşılar yüzde yüz masum diyemeyiz ama siz aşı olmadığınız takdirde Kovid’in getireceği riskler bunun çok daha üzerinde.

Bu işi kefeye koyarsak, bir taraf ağır basıyor yani aşılanmamız gerekiyor. Aşılanmazsak bu pandemiden nasıl çıkacağız? Ya herkesin bu hastalığı geçirmesi gerekecek. Ama şöyle bir sorun çıkıyor, bu virüs çok hızlı mutasyon geçiriyor, tip değiştiriyor. Siz birini tanırken öbürü çıkıyor ve yumruğu geçiriyor. Bundan çıkmanın tek yolu hızlı bir şekilde aşılanmak. Sürü bağışıklığına bel bağlayan hiçbir ülke kalmadı. Hem ekonomik açıdan hem de kayıplar açısından vazgeçtiler.

Aynı bilgi kirliliği kan sulandırıcılarda da oluyor. Herkes bir asprin içme merakında. İçtiğiniz aspirini eğer size Kovid nedeniyle bir doktor önermemişse, sizin altta yatan hastalıklarınız yoksa, sizin midenizi kanatma ihtimali çok daha yüksek, beyninizi kanatma ihtimali de çok daha yüksek. Tıpta her şey yarar ve zarar hesabıdır. Önce zarar vermeyeceksin. Ben kendimde üç aşımı oldum, şimdi dördüncü aşımın süresini bekliyorum.

"YOĞUN BAKIM KONUSUNDA DÜNYANIN EN BAŞARILILARINDAN BİRİYİZ"

- Pandemi döneminde yoğun bakım servisleri ve bu konuda uzman doktorlar büyük bir sınavdan başarı ile geçti. Ülkemiz için bu konuda “dünyanın en başarılılarından biri” diyebilir miyiz?

- Emin olun dünya çapında başarı var. Yoğun bakım konusunda dünyanın en başarılılarından biriyiz. Neden? Çünkü Türk doktorları olarak çok iyi yetiştirilen doktorlarız. Hepsinden önemlisi biz Türk doktorları, ön safta süngü ile savaşabilen doktorlarız. Dünyanın birçok yerinde süngü ile savaşmak yerine tedbirle savaşılır. Biz milletçe bir stres anında kendimizi feda edebiliriz. Bence sağlık ordusu çok ciddi fedakarlık yaptı. Bunun karşılığında ne kadar takdir edildi bunu toplumun vicdanına bırakıyorum.

Bu dönemde sağlık ordusu çok insan kaybetti. Tanıdığım dostlarımı kaybettim. Çok ciddi doktor kayıpları, çok ciddi hemşire kayıpları, çok ciddi sayıda acil teknisyenleri, ambülans şoförleri, çok ciddi sayıda sağlık personeli kaybettik. Sizin odanızı temizleyen insan hayatını kaybetti. Burada kimseyi ayırmanın anlamı yok. Bu bir savaştı, şanssızlık o arkadaşlarımızı buldu. Bizi de vurabilirdi ben iki kez bu hastalığı geçirdim. Birinde perikardit (kalp zarı iltihabı) oldum, ama atlattım. Şunu tekrar vurgulamak istiyorum gerek yoğun bakımda, gerekse tedavi aşamasında Türk doktorları üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptı. Ama artık, benim inancım hepimiz çok yorulduk. Şimdi toplumca hepimiz bilinçli olmalı, aşılanmalıyız. Biraz kendimizi korumayı öğrenmeliyiz. Maskeye, sosyal mesafeye ve biraz da zevk-ü sefadan uzaklaşmalıyız. Ve de akılcı davranmamız gerekiyor. Çünkü sağlık çalışanları da çok şey kaybetti, kapasitesinin üzerinde çalıştı. Doktorlarımız, hemşirelerimiz günlerce uykusuz çalıştı. Ülkece çok iyi sınav verdik, “tehlike bitti” gibi bir algı var, ama bitmedi… Delta varyantı orada duruyor, yeni varyantlar sırada ve bir kez geçirmeniz bir daha geçirmeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Gevşemememiz lazım. Aşı oldum diye de çok güvende hissetmemek lazım. Aşı sizin hastalanmayacağınızın garantisi değildir. Aşı sizin ölüm oranınızı düşürmek, yoğun bakıma yatış oranınızı düşürmek, hastalığınızı daha hafif geçirmek için bir araçtır.

"BİZ TÜRK HALKI OLARAK ÇOK YARDIM SEVERİZ AMA ORGAN BAĞIŞINA GELİNCE ELİMİZ KOLUMUZ BAĞLANIYOR"

- Kitabınız adeta organ bağışına bir çağrı gibi, bu konuda insanlar daha iyi nasıl özendirilebilir?

- Sağlık Bakanlığı 2025 yılı için bir projeksiyon yaptı ve Türkiye’de üzerimize bir çığın geldiğini saptadı. O çığ şu, Türkiye’de kalp damar hastalıkları hızla ve özellikle genç nüfus arasında artıyor. İleride de bizi bekleyen en büyük sorun kalp yetersizliği olacak çünkü bu rahatsızlıkların en geldiği nokta kalp yetersizliği. Bu da geniş bir spektrum. Bunun en ucu hastalığın başladığı yer öbür ucu son dönem kalp yetersizliği dediğimiz hastalar. Bir insan bu noktaya geldiğinde yürüyemiyor, merdiven çıkamıyor, evinden çıkıp dolaşamıyor. Ama daha da kötü bir hasta grubu var, hastaneye bağımlı kalıyor.

Hastanede birtakım ilaçları kullanmak zorunda. Hastaneden taburcu olamıyor. Hayatını bir odanın içinde bazı ilaçları kullanarak geçirmek zorunda kalıyor ya da daha da kötüsü yoğun bakımda yaşamla ölüm arasında arafta kalıyor. Türkiye’de her yıl, ileri dönem kalp yetersizliğinden ötürü kalp nakli havuzuna beş bin insan giriyor. O havuzdan nakil listesine alabildiğimiz hasta sayısı -bazılarını ilaçla tedavisini sürdürebildiğimiz için- 500 kişi. Ama nakilden başka çözümü olmayan bu 500 hasta bu listesi oluşturuyor. Peki, biz en iyi ihtimalle ne kadarına kalp nakli yapabiliyoruz? Yaklaşık 50… Bu en iyi durumda 80’e çıkabildi.

Temel problem şu. Kalp bir tane. Karaciğerinizin bir parçasını bir kişiye verebiliyorsunuz, canlıdan alabiliyorsunuz. Böbreğin bir tanesini verebiliyorsunuz, canlıdan alabiliyorsunuz. Kalbi veremiyorsunuz çünkü ölürsünüz…

Böyle bir durumda tek çıkış yolu, beyin ölümü olan bir kişiden kalp nakli yapmak. Beyin ölümünü tarif edelim. Komadan çok farklı, komanın geri dönüşü vardır, beyin ölümünün yoktur. Bunun bir doktor grubu tarafından tanısı konur. Çok ciddi kuralları vardır ve bir insana beyin ölümü tanısı konulduğunda geri dönüşü yoktur. O insanın ortalama 72 saatte organları da ölür. O dönem içerisinde henüz organları yaşıyorken, siz o organları alıp o emanetini ihtiyacı olan başka birine verebilirseniz o kişi veya kişilerin yaşama tutunmasını sağlarsınız. Bu kalp olabilir, akciğer, karaciğer, pankreas olabilir. Böbrek, bağırsak, kornea hatta günümüzde yüz olabilir. Ayrıca yalnızca o insanın yaşama tutunmasını sağlamazsınız, onun anası babası ailesi vardır, onları da yaşama tutundurursunuz.

Burada önemli olan şu: Bu çaresiz insanlara yardım etmeli miyiz?

Biz Türk halkı olarak çok yardım severiz ama organ bağışına gelince elimiz kolumuz bağlanıyor. Sorunun nerede olduğuna cevap verebileceğimiz bir bilgi de yok. Belki din, belki kurallar, belki cehalet ama ben şuna inanıyorum: Biz bu insanları bilinçlendirirsek, çok sayıda insana ümit olabiliriz. Yaşama yeniden tutunmalarını sağlayabiliriz. Beyin ölümünün geri dönüşünün olmayacağını doğru bilmemiz lazım. Klasik bir öykü var ya, bir deniz yıldızını denize attık. O deniz yıldızı için çok önemli ama insanlık için hiç önemi yok. Bir deniz yıldızını kurtarmak, belki size bu dünyada kendinizi en iyi hissettirecek şey.
Organ bağışı yapan insanların, yakınlarının organlarını bağışlayan insanların çok ulu, çok saygın olduklarına inanıyorum.

Bir de nakil bekleyenler için yapay kalpler de var. Onları takarak diğer organlar bozulmadan gerçek nakil safhasına taşımaya çalışıyoruz. Bu bir nihai çözüm değil. Bunun için bizim bağışı daha çok arttırmamız lazım.

Biz Türk halkı olarak çok yardım severiz ama organ bağışına gelince elimiz kolumuz bağlanıyor. Sorunun nerede olduğuna cevap verebileceğimiz bir bilgi de yok. Belki din, belki kurallar, belki cehalet ama ben şuna inanıyorum: Biz bu insanları bilinçlendirirsek, çok sayıda insana ümit olabiliriz. Yaşama yeniden tutunmalarını sağlayabiliriz. Beyin ölümünün geri dönüşünün olmayacağını doğru bilmemiz lazım.

"ÜNİVERSİTE SINAVINDA EN YÜKSEK PUANI ALANLAR TIP FAKÜLTESİNE GİRİYOR VE BİZ BU ZEKİ ÇOCUKLARI KAYBEDİYORUZ"

- Hocam sizin de yurt dışı meslek hayatınız var. Günümüzde ciddi bir tıp insanı göçü var batıya doğru. Ne olacak bu gelişim?

- Şu anda Tıp fakültelerini bitirmek üzere olan birçok insanla temasım var, çok yakından tanıdıklarım var… Hepsi Almanca, İsveççe öğreniyorlar. Bu dilleri öğrenip o ülkelere gitmek çok moda. Amerika’ya gitmek o kadar popüler değil.
Nedeni şu?

Türkiye’de bu insanlar bizim krema tabakamız. Üniversite sınavında en yüksek puanı alanlar tıp fakültesine giriyor ve biz bu zeki çocukları kaybediyoruz. Bu kadar ciddi bir eğitimi ülkemizde verdikten sonra gidiyorlar. Burada bu insanları ülkemizde tutmak için bir dizi özendirici tedbirler lazım. Ben de bir eğitimci olarak söylüyorum, onları motive etmemiz lazım. İnsan her zaman parayla motive olmayabilir. Saygınlıkla olur, haklarla olur, değer verilmekle olur, hor görülmemekle olur. Bence toplum olarak önce kendimize şunu sormalıyız. Biz hekimlerimizi ne kadar sayıyoruz ve seviyoruz. Mesela bugün hasta hakları var -çok doğru- ama ters tarafta hekim hakları eşit oranda gelişmiyor.

Günümüzde hekimlere çok sayıda malpraktis (yanlış, özensiz tedavi) davaları açılıyor. Hekimlerin en büyük sorunlarından bir tanesi bu. Hızla defansif tıbba geçiyorlar. Çok yakında ameliyat yapacak cerrah bulmakta güçlük çekilebilir çünkü hekimler zor ameliyatlar için “niye dokunayım ki, davalarla uğraşayım” diyorlar. Hep birlikte toplumsal bir sulh içine girmeliyiz çünkü o hastalığı, en yakınınızın hastalığını oraya hekim koymadı. Onun suçu değil sizin de suçunuz değil, hastanın da suçu değil. Beraber bir savaş vereceğiz. Karşı cephelerde değiliz, aynı cephedeyiz. Bence önce bunu çözmeliyiz. Sonra hekimlere daha iyi haklar vermeliyiz çünkü yurt dışında daha iyi ekonomik şartlarda çalışabileceğini bilen hekim, uluslararası insan olduğunda, bazı yetenekleri olduğunda hak ettiğini kazanacağı yeri tercih ediyor.

Bir de hekime şiddet konusu var. Yurt dışında böyle bir şey akıldan geçmez, hekime sesini yükseltemezsin. Ayrıca, böyle bir girişimde yaptırımları çok serttir.

Üniversite sınavında en yüksek puanı alanlar tıp fakültesine giriyor ve biz bu zeki çocukları kaybediyoruz. Bu kadar ciddi bir eğitimi ülkemizde verdikten sonra gidiyorlar. Burada bu insanları ülkemizde tutmak için bir dizi özendirici tedbirler lazım. Ben de bir eğitimci olarak söylüyorum, onları motive etmemiz lazım. İnsan her zaman parayla motive olmayabilir. Saygınlıkla olur, haklarla olur, değer verilmekle olur, hor görülmemekle olur. Bence toplum olarak önce kendimize şunu sormalıyız. Biz hekimlerimizi ne kadar sayıyoruz ve seviyoruz.

"NEDEN BİRBİRİMİZLE SAVAŞALIM, BIRAKIN HASTALIKLA SAVAŞALIM"

- Tekrar kitaba dönersek, biraz önce de vurguladığınız gibi, kitapta da olan bir söz var: Birlikte savaşmak. Hasta ve doktorun birlikte savaşını biraz daha açar mısınız?

- Her hastamla ameliyat öncesi konuşurken şunu söylerim. Belli oranda riskleri var. Seni yüzde yüz yaşatırım garantisini ben veremem, kimse de veremez. Yoğun bakımın uzun sürmez ya da felç kalmazsın garantisini ben veremem. Ama sana bir şeyin garantisini veririm. Sen savaşı bırakma, ben asla bırakmam sonuna kadar savaşırım ve hadi “savaşalım” derim. Özellikle nakil hastalarıma bunu mutlaka söylerim.

Yaşamın kendisi bir savaş, bu savaşta yanınızda çok iyi yardımcılar var. Doktorlar var, hemşireler ve sağlık personeli var. Bu bir nimet aslında. Neden birbirimizle savaşalım, bırakın hastalıkla savaşalım.

Kitapta da böyle dedim ve ben kitap yazmayı çok sevdim. İşin ilginç tarafı sonra da kitabı okutmayı çok sevdim. Sonra da şunu fark ettim, kitabı tartışmayı çok sevdim. Umarım bundan sonra birçok roman yazmayı daha başarabilirim. Bazı süreçlerde yenilerini yazmayı düşünüyorum. Bu benim bir nevi kaçış alanım. Çok nefes aldım. Umarım devam ederim. Şu anda yazar değilim ama ileride tıp doktorunun yanında yazar olarak anılmayı çok isterim.