Öğretmenlerine şiddet uygulayan, annesini, babasını öldüren, dedesinin kefen parasını çalıp içki içen, kumar oynayan, ailenin değer yargılarını hiçe sayan bir gençlik geliyor. Bu olayları hatta bu olaylardan daha vahim olan olayları her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında okuyoruz ve yüreğimiz parçalanıyor. Nereye doğru gidiyoruz? Nerede hata yaptık? Bu işin çözümü, bir hâl çaresi yok mu?

Öncelikle bu sorunlu çocukları nasıl yetiştirdiğimizi sorgulamamız gerekir.

Çocukları küçük yaşlarda parayla satın almaya çalıştık. Onlara en güzel oyuncakları, en pahalı elbiseleri satın aldık. En iyi kreşe, en popüler okula gönderdik. Cebine istemediği kadar para koyduk, son model cep telefonu alıp herkese hava atması için teşvik ettik. Baba ben yiyemedim oğlum yesin, anne ben yapamadım kızım yapsın, dedi. Bütün bunları yaptığımızda onu çok sevdiğimizi, ona çok değer verdiğimizi düşünmesini istedik. Sonra tabi ki yanıldık…

Çocuğun bizden istediği sadece sevgi ve ilgiydi. Ön koşulsuz kabuldü. Kendisini olduğu gibi kabul eden, onu yüreğine saran, ona zaman ayıran, fedakâr anne ve baba istiyordu. Durum hiç de öyle olmadı. Kendi hırslarını, beklentilerini çocuklarına enjekte eden, yarış atı gibi bir özel dersten çıkarıp diğer özel derse koşturulan çocuklar, ebeveyn sevgisinden, ilgisinden uzak kaldılar. Sınavlarda başarılı oldukları zaman abartılı sevinç gösterileri ile hediyeye boğuldular, başarısız olduklarında ise dışlanıp horlandılar.

Daha ilkokulun ilk sınıfında yarışa maruz kaldılar. Bazılarının elması kızardı bazılarının ise beyaz kaldı. İlk utancı, ilk eleştiriyi, ilk alay edilip küçümsenmeyi orada öğrendiler. Büyüklerin dokunuşlarından bile korkar hale geldiler. Anne-babalar çocuklarına yaklaşan her kişiye pedofili gözüyle bakınca, güvensiz, korkak ve şüpheci bir nesil yetişmeye başladı.

Büyükbaba öldüğünde cenaze törenine çocuk götürülmedi. Çocuğa: “Sen gelme, derse çalış. Sınavların var.” denildi. Çocuk dedesinin ölümünü, ölüm gerçeğini bile anlayamadı. Sınavlardan dolayı, şehre tedavi olmak için gelen anneanne eve kabul edilmedi. Gerekçe ise, torununun sınavlara hazırlanmasıydı. Torun büyüklerinin sevgisinden mahrum kaldı. Onları tanımadı, tanıyamadı. Yetişkin olduğunda kumar borcundan dolayı, tehdit edilmeye başladı. Anneannesinin boğazını sıkıp öldürdü. Anneannesinin mal varlığı ona da miras olarak kalacak, o da borçlarını kapatacaktı. Bu kadar duyarsız, taş kalpli nasıl olabildi? Çocuk duyarsız değildi, çocuğu duyarsız yapan, geçiş toplumunda olan bizlerdik. Onlara duyguyu veremedik…

Duygu para ile pulla değil, duygu dürüstlük ve fedakârlıkla verilir. Duygu adanmışlıkla, paylaşımla, çocuğun gözüne bakarak “iyi ki doğdun.” diyerek, bakışlarla çocuğa hissettirilerek verilir. Duygu babanın çamurdan yaptığı bir oyuncak, bazen bakır telden yaptığı bir araba ile verilir. Duygu çocukla geçirilen etkili zaman dilimi ile verilir. Duygu, için de ön koşulsuz sevginin barındığı her türlü paylaşım ile verilir.

Nasıl mı?

1970’li yıllar; Türkiye’de insanların biraz fakir olduğu yıllardı. Çocuk ölümleri fazla, ortalama ömür 55, gelir düzeyi düşük, köyde yaşayanların oranı kentte yaşayanlara göre fazla olduğu bir dönemdi. Beş çocuklu ailelerin aylık et tüketimi 1 kilonun altındaydı. Tifo, dizanteri, kolera ve verem gibi hastalıklar kol geziyor, okullarda öğrenciler sürekli aşı oluyordu. O dönemde ben de beş çocuklu bir ailede doğdum ve büyüdüm. Babam Karayollarında işçiydi. İşçiler maaşlarını her ayın 1’inde alırdı. Ayın 2’sinde de eve et alınırdı. Tüm işçiler, dar gelirli emekçi aileler için ayın 2’si adeta bir tören niteliği taşırdı. Sair günlerde beslenme margarin, reçel, ekmek, erişte, makarna, patates gibi daha ucuz ve bol bulunan yiyeceklerle yapılırdı. Bizim evde diğer evler gibiydi. Babam bazen ayın 13’ünde, bazen de ayın 18’inde de et alırdı.

Annem: “Et almışsın. Maaş mı aldın?” diye sorardı. Babam: “Hayır. Maaş her ayın 1’inde veriliyor. Maaş almadım. Bugün arkadaşları kıramadım. Dışarıya çıktık. Hep birlikte yemek yedik. Çocuklarımın rızkını yedim. Onu getirdim.” derdi. O getirdiği etten hiç yemezdi. Bu sizin hakkınız derdi. Hiç babama yalan söylemedim. Onu hiç aldatmadım. Onun verdiği 1 lirayı bile har vurup harman savurmadım. Babamın bu davranışı karşısında çok duygulandım. Onu utandıracak, yüzünü kızartacak davranışlardan hep uzak durdum. Şimdi düşünüyorum da, çocuklar duyarlı olmayı, duygu yüklü olmayı, duyarlı davranışlar sergileyen ebeveynlerinden mi öğreniyor? Ne dersiniz?

Çocuklarına yaşam koçu tutan, koça yüklü miktarda para ödeyip şımarık çocuk yetiştiren ebeveynler; gelecekte çocuklarının duyarsız olduklarından şikâyet etmeye hakları olacak mı? Bu çocuklar büyüdüklerinde yüklü miktarda para ödeyip ebeveynlerini “Huzur evlerine” gönderdiğinde suçlu kim olacak? Daha çocuk yaşlarda sevgiye, ilgiye en fazla ihtiyacı olduğu bir dönemde, aşırı iş yükünden dolayı hiç göremediği annesi, hiç göremediği babası suçlu değil mi? Parayla her şeyin satın alınacağını çocuk onlardan öğrenmedi mi? En pahalı “koleje” gönderdim ifadesinin karşılığı en pahalı “huzur evine” gönderdik olmayacak mı?

Sorun zengin ailelerin şımarık çocuk yetiştirmesi kadar, dar gelirli ailelerin de sorunlu yaşantılarını çocuğa yansıtmaları, sokakta çocuklarını çalıştırmaları, şiddet kullanmaları ve olumsuz şartları daha da olumsuz hale getirecek tutum ve davranışlarda bulunmalarıdır. Dar gelirli olmak, duyarlı çocuk yetiştirmeye engel değildir. İçten gelen bir tebessümün, huzurlu ve sıcak bir yuvanın, sevgi dolu bir dokunuşu parayla satın almak mümkün değildir.

Çocuklar sürekli sorunlu davranışlar sergiliyor, sürekli dikkat çekmeye çalışıyorsa, muhtemelen ilgisiz bir ailede yaşıyor, demektir. Kendisine ön koşulsuz sevgi gösterilen, ilgilenilen bir çocuk, ilgi çekmeye ihtiyaç duymaz. Cezalandırılıp küçümsenmeyen, horlanmayan çocuk yalan söylemez. Aşırı otoriter, hataları affetmeyen, gevşek ve tutarsız aile modellerinde çocuklar sorunlu yetişir. Sürekli yalan söyleme ihtiyacını hisseder. Çünkü gerçeği söylediğinde cezalandırılacak ya da kazanımlarını kaybedecektir. Çocuklar cezalandırılmadığı sürece yalan söyleme ihtiyacı duymaz. Korkutularak büyütülen çocuklar, korku kültürü ile büyüdükleri için sürekli yalan söyleme davranışı sergiler. Bu durum da onların kişiliklerini, karakterlerini olumsuz yönde etkiler.

Babanın parasal gücüyle sürekli tavlanan çocuk yetişkin olduğunda davranış bozuklukları gösterebilir. Özellikle içki ve kumar bağımlılığı gibi toplumun başına bela olan pek çok sorunlu davranışları sergileyebilir. Paranın bir güç olduğunu, sürekli para kazanma ve sürekli harcamaya odaklaşan bir kişi, parayı meşru ya da gayrimeşru yollarla elde etmeye çalışır. Hiçbir değeri ve ölçütü olmaz. Onun bu hedonist davranışlarının önüne geçen, engellemeye çalışan herkese karşı saygısız, küstah davranışlar sergiler ve şiddet uygulamaya müsait hale gelebilir.

Çocukların yaşı ilerleyip yetişkinlik aşamasına geldiğinde kişilik oturmuş, tercihler netleşmiş, çizgi çizilmiş ve yaşam biçimi şekillenmiştir. Bu aşamadan sonra telkin ve uyarı işe yaramaz. Sorumsuz davranışların faturasını önce kendisi sonra da ailesi çekmeye başlar. İstendik davranışların kazandırılması zorlaşır hatta imkânsız hale gelir. Bu aşamadan sonra yapılacak davranışların etkili olma ihtimali oldukça düşüktür.

Duyarsız gençler; anne ve babayı banka, okulu eğlence mekânı, evi otel ve tüm sosyal çevreyi sinema sahnesi gibi görmeye başlar. Özellikle geç olgunlaşma ve hiperaktivite varsa, arkadaş çevresi kendisi gibi olanlardan teşekkül etmişse, yaşanan sorunların çözülme olasılığı da azalmaya başlar. Marka saplantısı, lüks yerlerde zaman tüketme, aylak aylak gezme ve eğlence bu tiplerin yaşam tercihleri arasında yer alır.

Sonuç olarak duyarsız çocuk yetiştirmenin tek sorumlusu ebeveynlerdir demek doğru olmaz. Ebeveynler, duyarsız çocuk yetiştirilmesinde en etkili olan faktörlerden birisidir. Çocuklarınızı duyarlı yetiştirmek istiyorsanız; duyarlı bireyler olmanız gerekir. Hayatınızın merkezine parayı, malı, mülkü koymayın. Değerleri, inançları ve etik yaşam biçimini koyunuz. Çocuk sizi bir lider olarak görsün. Onun gözünde sevginin, saygının, erdemin ve faziletin temsilcisi olun. Ona zaman ayırın. Onu dinleyerek işe başlayın. Saatteki zaman dilimine değil, paylaşılan, hissedilen zaman dilimine odaklaşın. Anılarınız olsun. Birlikte yürüyüşe çıkın. Birlikte seyahat yapın, sporla ilgilenin. Birlikte sorun çözün. Küçük yaşlarda sorumluluk almasını sağlayın. Elektrik faturalarını biriktirsin. Su tüketimi ve elektrik tüketimini azaltmak için onun bazı projeler geliştirmesini isteyin. Onun yerine asla sorumluluk almayın. Yaptığı hataların faturasını, harçlıklarına yansıtın. Yanında onu seven ebeveynlerinin olduğunu bilsin ama onlara güvenip hata yapmamayı da öğrensin. Öz yeterlik, öz güven ve öz yönetim becerilerini geliştirsin. Duygularını yönetmeyi, yavaş düşünmeyi ve kararlı olma becerisini öğrensin. Ebeveynlerine karşı saygılı olmayı, empati yapmayı ve evlat olarak yük olmadan yaşama becerisi kazansın. Ateşlendiği zaman elini tutup sabaha kadar başında havale geçirmesin diye bekleyen anne ile duygusal bağ kurmayı, aile bağlarını güçlendirmeyi, etik davranış ilkelerine göre yaşamayı, bir yaşam biçimi haline getirmesine yardımcı olun. Savaşçı olsun. Kendisine hedef koymayı ve hedefe odaklaşmayı öğrensin. Önce siz sevin sonra sevgi bekleyin. Önce siz sabredin, sonra sabır bekleyin. Çocuğunuzun yüreğine önce siz dokunun sonra duygu yüklü ve duyarlı bir çocuk olmasını bekleyin. Duygu yüklü, duyarlı ve paylaşımcı çocuk yetiştirmek için ilk doğduğu günden itibaren işe başlayın ve sabırla, inatla devam edin. Unutmayın ki, çocukları bu dünyaya getirme sorumluluğunuz olduğu gibi, onlara mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir hayat sunmak da ebeveynlerin sorumluluğunda olduğunu unutmayın.

Prof. Dr. Necati Cemaloğlu