Kamudanhaber- Özel haber

ÖZET: Mevcut sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı, siyasi partilerle sosyal taban ilişkisini çok aşan bir ilişki içerisinde olmalarına rağmen adeta kendileri sütten çıkmış ak kaşık gibi sürekli siyaset, medya, sermaye, bürokrasiye ilişkin yozlaşma iddialarını gündeme getirerek prim yapma peşindeler. Zaman zaman kamu parasıyla STK’larda sürdürülen saltanat, haber sitelerine manşet olsa da gerçek gündem olamadı.  Oysa ortada bir yozlaşma ya da çürüme varsa siyaset ve bürokrasinin paydaşları olan STK/Sendikaların da bundan etkilenmemiş olması söz konusu olamaz. Buradan hareketle; kamu sendikaları özelinde, Türkiye’de sivil toplum örgütlerindeki yozlaşmayı ele aldık. Neden kamu sendikaları özelinde? Çünkü kamu sendikaları, Türkiye’de doğrudan kamunun parasıyla sübvanse edilen, kamu personelini temsil eden ve iktidardan; temsil ettiği kitlelere pay/kadro talep eden yapılardır. Bu yönleriyle de Batı’da bir nevi yarı siyasi parti hükmünde değerlendirilen organizasyonlardır.

Yazımızın ilk iki bölümünü dün ve önceki gün yayınlamıştık.  Şimdi de üçüncü bölümünü ilginize sunuyoruz…         

Kurum İçi İktidar Mücadelesi:

STK’nın toplumda karşılığının, kabul gören bir misyonunun olması; yönetim kademelerinin bu misyonu sürdürür görüntü altında yozlaşmasına engel bir durum oluşturmamaktadır. Yozlaşma iki türlüdür; birincisi parasal ve ahlaki yozlaşma ikincisi kuruluş ilkelerini devam ettiriyor görünerek bu ilkelerden sapma şeklindedir. Bir sivil toplum kuruluşunun bir misyonunun olması, toplumsal kabul görmüş olması yönetimlerini bu mirasa sahip çıkmak durumunda bırakmaktadır. Ancak bu durum, kavramların içeriğinin değiştirilerek mevcut yönetimin iktidarına hizmet etmesine bir engel teşkil etmemektedir. Yönetim kademelerinin kendi kurum içi iktidarlarını koruma çabaları, içeriği değiştirilen kavramlarla birer teamül haline getirilerek davaya sadakat adı altında muhalefeti susturma sopasına dönüşmektedir. Tüzük kongresinden birkaç gün önce sadık ekipleriyle oluşturup kongrede kimse ne olup bittiğini anlamadan karambolden geçirdikleri sendika tüzüğü akabinde yönetmeliği ve yönergesine sırtlarını dayayıp, muhaliflerine; mobingin -de, -den, -e, -i halini bol acılı dürüm yapıp yedirmekte oldukça mahirleştiler.

STK yöneticilerinin bulundukları yeri, siyasi ve bürokratik hedefleri için bir basamak olarak görmeye başlamaları, zamanla yaptıkları işe olan motivasyonlarını kaybederek, toplumun menfaati içinmiş görünümü altında kendileri için iyi olanın peşinde koşmalarına yol açmaktadırlar. Bunu yaparken de yaptıklarını idealizm adına savunuyor olmaları iğrenç ötesi bir durumdur.

“Biz olmasaydık…” diye başlayan cümleler, kamuoyuna dönük; “O halde, bizim imtiyazlarımıza ses çıkarmayın. Toplumun üstündeki bu imtiyazlar, bizim hakkımız. Çünkü biz bu imtiyazları hak ettik. Biz yönetici, elit sınıfız.” mesajına dönüşmektedir.

Nepotizmin Kurumsallaşması:

Neyi, kimi temsil etmek için! Seçildiğini unutmuş; paranın, gücün, prestijin, konformizmin iktidarına akredite olmuş yöneticiler, STK’larda arzıendam ediyorlar. Sivil toplum örgütleri, sendikalar nepotizmin kurumsallaştığı, vücut bulup hayata geçtiği mekânlara dönüştü. “Liyakat kalmadı ama isterseniz sadakat var. Ondan verelim.” organizasyonuna dönüşen referanslarıyla kimi sendikalar, kurumsal aidiyeti son dönemlerin en önemli kriteri haline getirerek toplumsal çürümüşlüğün merkezi haline geldiler. Bu durum, kamuoyunda sivil toplum örgütlerine olan güvenin erozyona uğraması sonucunu doğurdu.

Özellikle sağ sendikacılıkta, sınıfının haklarını temsil iddiasıyla seçilenlerin, bir an önce sosyoekonomik olarak bir üst sınıfa atlamaya yeltenmesi, içinden çıktığı sınıfla aralarında dünya görüşü olarak olmasa bile yaşam tarzı, kalitesi, konforu açısından farklılıklar oluşması, çalışan kesimin son umutlarını da tüketir hale getirdi.

Çürümenin Estetiği:

İmgelerle değil olgularla, sanrılarla değil gerçeklerle…

Türkiye’de sendika, oda, dernek, vakıf vb. örgütlerin yöneticileri, beceriksizlikleri ya da usulsüzlükleri ortaya çıkıp sıkıştıklarında; her defasında tereddütsüz olarak, semboller evreninin gölgesine sığınıp, süreci bu şekilde savuşturma gayretine girmektedirler. Sağ ya da sol, hiç fark etmiyor. Sağ STK’ların yöneticileri; millî, sol STK’ların ki evrensel, muhafazakâr STK yöneticileri de dini; değer, sembol ve ritüelleri ön plana çekerek mesaj verme gayretine girişirler. Bu şekilde, meseleyi dava! Meselesine dönüştürüp, davayı da şahıslarına endeksleyerek gelmekte olan tehlikeyi savuşturma gayretine girerler. Umberto Eco’nın ifadesiyle semboller evreninin “semiyotik gerilla savaşı” başlamıştır. Haklarında ki iddialar ne kadar ağır olursa olsun camianın sembol, kavram ve ritüelleri kalkan yapılınca kitle kemikleştirilerek arka sağlama alınır. Mesele, artık kişisel değil dava meselesidir. Bu davada zafiyet gösterenler davayı satmış durumuna düşerler. Bu şekilde mesele savuşturulur. Kimseye hesap verilmez.

Artık bir STK ya da sendikanın hangi kazanımları elde ettiğinden çok; hangi kimliği, hangi ritüeli, sembolü, imgeyi ya da üslubu izlenime sunduğu, yöneticilerinin hangi siyasi ve bürokratlarla selfie çekebildiğinin konuşuluyor olması, çürümenin estetize edilmesinin bir başka örneğidir.

Bunların vitrin ikametgâhlı ahlakları, sosyal medyada en çok like atana tahsisli olarak 7/24 satıştadır. Like nerede sendika cambazları orada… Roma döneminin seyircilerinin/kralının başparmak aşağı yönde işareti ile arenada gladyatörlerce infaz edilen, başparmak yukarı dönünce bağışlanan kölelerinden bir farkları yoktur bu sendikacıların.  Sosyal medyada like (başparmak yukarı ikonu) bekleyen sendikacıların, günümüzün sosyal medya arenasında savaşan gladyatörlerinden/kölelerinden bir farkı kalmamıştır. Her şey sosyal medyada yukarı yönlü bir parmak almak için. Alamayanın vay haline…

Suça bulaştığı, yolsuzluk, hırsızlık yaptığı iddia edilen STK, sendika referanslı kimi ayrıcalıklı şahısların cezadan kaçırılmaya teşebbüs edilmesi taktiği, siyasi arenadan sendikal alana taşınmış durumda. Soruşturma sonucu idarecilik görevi üzerinden alınan, hakkında yolsuzluk soruşturması bulunan sendika yöneticilerinin cezasının ötelenmesi ve örneğin öğretmen olarak sınıfta derse girmesinin utancının! Önlenebilmesi için yine bir öğretmen sendikası! Tarafından “profesyonel sendikacı” yapılması; yeni dönemde çürümenin estetize edilmesinin en bilinen örneği haline geldi.

Dejenere olan bu yapılar, rant bölüşüm/dağıtım merkezine dönüşerek misyonunu kaybetmeye başladı. Şimdilerde, geçmiş dönemlerin ulvi hedeflerine yaslanarak avunmaya ve bugünü gündemden düşürmeye çalışıyorlar.

Vasatın, nitelik yoksunluğuna bulduğu en pratik çözüm niceliği genişletmek, kitlesel(leş)mektir.  Kitleselleşmenin ardına sığınarak ayıplarını gizleyebileceklerini sanıyorlar. Unuttukları şey, o yapıları sayısal üstünlüklerinin değil ahlaki üstünlük ve ilkelerin güçlü kıldığı gerçeğidir. Neresinden bakarsanız bakın, tüm bu yaşananlar; STK’larda, sendikalarda yozlaşmanın, rüküşlüğün, kokuşmuşluğun, çürümenin estetiğinden başka bir şey değildir. Edilgenliklerini, iktidara karşı hissettikleri çaresizliği, toplumsal konumlarının bu yapılarda yol açtığı doğrudan etkileri, iliklerine kadar hissettikleri topluma, kurucu değerlere karşı yabancılaşmayı, toplumsal örgütlenmede kitleselleşmenin yol açtığı tedirginliği/güvensizliği ve yaşanan çürümüşlüğü, estetize ederek kapatabileceklerini düşünüyorlar halen…

Son söz:

“Düşen bir çığın içindeki kar tanelerinin hiçbiri, çığın yaptıkları için kendisini sorumlu tutmaz. Yaptıkları ile sorumluluğunun bağı koparıldıktan sonra insana her türlü pisliği yaptırabilirsin. Sorumluluk, insanoğlunu sınırlayabilecek tek şeydir ve onu sırtından attığında yapamayacağı şey yoktur.”

Sivil toplum kuruluşlarından beklenen; öncelikle sivil kalması, iktidar seçkini sınıflar karşısında demokratik sistemde doğrudan temsil imkânı bulamayan kesimlerin hukukunu gözetici bir misyon üstlenmesidir. Oysa gelinen noktada: sivil toplum kuruluşları, devletten beslenerek devletin ideolojik aygıtlarına, DİA’lara dönüşmekte ve STK’dan (sivil toplum kuruluşu) çok SDK (sivil devlet kuruluşu) sıfatını hak etmektedirler.

Bu durum, sivil toplum kuruluşlarını; denetleme, uyarma, temsil edilemeyen kitlelerin hak hukukunu koruyucu bir misyondan uzaklaştırarak, sistemin payandası haline getirmekte, kendi özüne yabancılaştırmaktadır. Bunun en belirgin örneğini popstarlaşarak adeta sosyal medya ikonu haline gelen sendika genel başkanların da görmekteyiz. Kayda değer hiçbir başarısı ve kazanımı olmayan sendika genel başkanları, salon toplantılarında; sendikacılığın efsane ismi Lech Walesa edasıyla, temposu giderek artan bir ritimle, müzik eşliğinde, profesyonel kadroların tempolu alkışlarıyla, havada uçuşan hamaset sloganları ve sıkılı yumruklar arasında, mehteran yürüyüşüyle gerine gerine sahne alıyorlar. Bu sahneler, açlık-yoksulluk sınırında bir maaşla geçinmeye çalışan kamu çalışanlarının gözünde; Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” filminin sekans geçişlerini çağrıştırıyor. Başka da bir anlamı yok…

Akıl tutulmasıyla birlikte gerçekliğin çölünde sanal rüzgârlarla savrulup sendikal kurtarıcılık serapları gören sendikacılar; beş yıldızlı salonların dışında, sokakta, manavda, markette, gerçek hayatta yoklar. Çünkü salonun dışındakiler, yani temsil edildiği iddia edilen kesimler, onların yaşadığı imtiyazlı, konforlu hayatın çok uzağında bir hayat yaşıyorlar. Hak ve özgürlük mücadelesi verilen işveren kesimi ve kamu işverenini temsil eden siyaset/bürokrasi kadrolarından bile daha imtiyazlı yaşıyorlar. Ve işlerini layıkıyla yapabilmenin ön/yeter şartı olarak kendilerine bu konforu hak görüyorlar.

Bu sendikal anlayışın hayattaki karşılığı; temsil edilen kitlenin hayallerinin ötesinde imtiyazlar edinmiş, konformizm batağında zevkten çırpınan bir vasatlar ordusunun sendikal alana hakimiyeti olarak karşımıza çıkıyor.

Murat Kenan ERDEM