Kamudanhaber- Özel Haber

Murat Kenan Erdem 

ÖZET: Mevcut sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı, siyasi partilerle sosyal taban ilişkisini çok aşan bir ilişki içerisinde olmalarına rağmen adeta kendileri sütten çıkmış ak kaşık gibi sürekli siyaset, medya, sermaye, bürokrasiye ilişkin yozlaşma iddialarını gündeme getirerek prim yapma peşindeler. Zaman zaman kamu parasıyla STK’larda sürdürülen saltanat, haber sitelerine manşet olsa da gerçek gündem olamadı.  Oysa ortada bir yozlaşma ya da çürüme varsa siyaset ve bürokrasinin paydaşları olan STK/Sendikaların da bundan etkilenmemiş olması söz konusu olamaz. Buradan hareketle; kamu sendikaları özelinde, Türkiye’de sivil toplum örgütlerindeki yozlaşmayı ele aldık. Neden kamu sendikaları özelinde? Çünkü kamu sendikaları, Türkiye’de doğrudan kamunun parasıyla sübvanse edilen, kamu personelini temsil eden ve iktidardan; temsil ettiği kitlelere pay/kadro talep eden yapılardır. Bu yönleriyle de Batı’da bir nevi yarı siyasi parti hükmünde değerlendirilen organizasyonlardır.

Yazımızın birinci bölümünü dün yayınlaşmıştık.  Şimdi de ikinci bölümünü ilginize sunuyoruz…         

“Her toplumsal düzen, kendi yasallığı kadar kendi kriminolojisini de üretir. Düzen değiştiğinde belki en sarsıcı değişiklikler bu alanda olur. Geçmişin "saygın" yöneticileri bir anda cinayetlerle suçlanır, geçmişin azılı "suçlu"ları, "saygın" bürokratlar haline gelir.”

                                                                       Vasatlığa Giriş Dersleri/ Taylan Kara     

Yeni Nesil Sendikacılığın Sentetik Dili:

“Söz, ancak egemene değmiyorsa ve değmediği oranda özgürdür. Düzenini, sözün dokunamayacağı kadar uzakta kuran sistemlerde söz "özgür''dür. Otorite, sözle hiçbir şeyin değişmeyeceği kadar sağlam bir düzen kurmuşsa o düzende herkes doyasıya bağırıp çağırabilir, o sistemde her şeyi söylemeye izin vardır. Konuşma özgürlüğünü ya da yasağını belirleyen şey, sistemin insancıllığı ya da demokratlığı değil sadece ve sadece söze dayanıklılığıdır.”

Hitler’in, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakan’ı Paul Joseph Goebbels’in: “Toplumun "gerçekleri'', "hassasiyetleri" ve "değerleri", "çok söylenenler" den inşa edilir.” sözünün sarsılmaz takipçisi yeni nesil sendikacıların, özlük hakları mücadelesinde tatminkâr sonuç alamamış olmaları ve son yıllarda üye artışlarının durması; bu yapılarda duygusal/kültürel çözülmeye yelken açılmasının bir ipucu niteliğinde değerlendirilebilir.

 Sendikal alanda vasatlığın hâkim olmasının bir sonucu olarak; son yıllarda ucuz repliklerle, sloganlarla yürütülmeye! Çalışılan, kafiye/redif uyumlu, bol hamaset yüklü, motto, aforizma, metafor, spot cümle ve sloganlardan ibaret bir sendikal dilin hâkimiyeti söz konusu. Yaşanan her şeyin bir söz dizgesi tarafından fonetiğe dayalı olarak, kelimenin çağrışım gücüne dayalı bir şekilde estetize edildiği bir sendikal dil; sözün hunharca tüketildiği ve dil dışına itildiği bir dilsizleştirme sürecidir aynı zamanda... Reklam spotları gibi içeriksiz, kamusal temsilin ciddiyetine gölge düşüren bir dil, sendikal dil olamaz.

Yeni nesil sendikacılığın dili; bahsettiği nesneyle, kavramla arasında bir ilişki olmayan, keyfi, günlük konuşma dilinden, haber dilinden, teknik dilden, teorik ya da felsefi dilden, argodan, edebi ya da politik dilden alıntılar yapan, köksüz ve tamamen sentetik bir dil haline geldi. Köksüz çünkü; atıf yapılan alanların hiç birine hâkim olunmayan uydurma, cikletlerden çıkan mani sözleri gibi fonetik üstüne kurgulanmış sentetik bir dil.  Kelimelerin keyfi bir düzen içinde, yalnızca çağrışım gücüyle, istenilen yerde alıntılanabildiği yozlaşmış bir sentetik dil. Özellikle ülkenin en okumuş kesimini oluşturan eğitim/memur sendikalarının mensupları bu yoz/yapay dili hak etmiyor…

Sendikacıların dilinde söz; sınıflandıran, üreten, toparlayan, çözümleyen bir söylemden ziyade çürümeyi estetize eden bir söylem düzenine dönüşüyor. Adlandırmak; bir cümlenin öznesini tayin etmektir. Kurduğu cümlenin öznesini söyleyemeyen bir dil, sendikal dil olur mu?

“Verilsin”, verecek olan kim? “Giderilsin”, kim giderecek?

“Özne, "olan"dan "olası"yı doğurtabildiği ölçüde gerçektir. Tarihi süreçlerde özne, ebelik görevi yaptığı sürece ve ebeliği ölçüsünde varlaşır.”

Özneyi söyleyemeyen, fiili saf dışı bırakan bir dil siyaseti ile karşı karşıyayız. Bu dil siyaseti, geçmişin mücadeleleri ve yarının parlak beklentileri üzerinden bir imaj oluşturarak bizlere bugünü unutturmaya çalışmanın dilidir. Amaç bizi yarının olması bir ihtimal dâhilinde olan parlak geleceğine odaklamaktır. Böylece bugünden uzaklaşmış oluruz.

 “Sözcükler, partizanların silahlan gibidir; savaş alanında terk edildiklerinde karşı devrimin eline geçer ve savaş esirleri gibi angaryaya tabi tutulurlar." der, Mustapha Khayati, "Esir Alınmış Sözcükler”de…

Sendikal dildeki yozlaşmanın bir sonucu olarak; sendikalar, “sözün iktidarını” kaybettiler. Sahipsiz kalmış emek, alın teri ve sömürü sözcükleri, öznesi olabilecek herkes tarafından sahiplenilmeye hazır bekliyor.

Dini, millî, etnik ulusçu folklorik terminolojiyi siyasallaştırarak emek-sömürü düzenine yama yapmanın medeniyet değerlerine çıkaracağı faturanın sosyal maliyeti, bu beyzadelerin değil toplum olarak hepimizin önüne konulacaktır. Bu durumun ikircikli, samimiyetsiz, riyakâr bir dil ortaya çıkarması sonucunda; ABD konsolosluğu önünde atılan sloganlar ile dış açılımları koruma içgüdüsüyle kurucu değer ve söylemlerde yapılan değişiklikler/revizyon arasında bir uçurum oluşmakta. Bu çelişkiyi en net, kimi sendikaların kurucu manifestolarında yakın zamanlarda yapılan değişikliklerde gözlemek mümkün. Kurucu manifesto, bu sendikaların tarihçe sayfasından silinirken; içeride de kitleyi muhafaza etme kaygısıyla kurucu terminolojinin tüm argümanlarının kendi tarihsel bağlamından koparılarak hoyratça kullanılmaya devam edilmesi gelinen noktada pragmatizmin doruğudur.

Kafiye ve redif uyumuna dayalı trol dilinin yeni sendikal dil olarak kullanılması ve bu dilin sendika teşkilat toplantılarının kürsüsünde oluşturduğu rüzgârın salon dışına çıkamayışı, büyük fedakârlıklarla oluşan fırsatın heba edilişinden başka bir şey değildir.

Çalışan kesim, fiile ‘’-meli/malı’’ eki getirilmek suretiyle, gereklilik kipleriyle iktidara bir işin yapılması gerekliliğini, lazımlığını, icap ettiğini vurgulayan bir dille; “verilsin, yapılsın, giderilsin, halledilsin” talepli, şeklen utangaç emir kipi formuyla manen arzu/istek kipi arasında gezinen bir sendikal dile mahkûm edildi. İktidar karşısında edilgen, dilenen, yalvaran, alttan alan bu yeni sendikal dil; yeni dönem vizyoner sendikacılığının dili olarak karşımıza çıkıyor maalesef. “Hak verilmez, alınır.” türü buyurgan söylemler ise artık biraz anarşist kaçıyor. Bu dil; “zararsız doğruları uygun zamanlarda, tayin edilmiş frekanslarda söyleyerek” muhalif payesi alma kolaycılığına kaçanların sahte muhalif dilidir, aynı zamanda. Susması gereken zamanlarda susmayı da bilenlerin dilidir…

Bu dilin sahipleri kurdukları cümlenin öznesi değillerdir.  Başıma bir şey gelmesin korkusuyla gizli özneyle kurulan cümlelerin,  korkak ve edilgen belirtili nesnesidirler. Çünkü vasat; kendisini özne zanneden bir “belirtili nesne”dir.

Günümüz sendikacılarının dilinde, emek ve sömürü kavramları gözden düşmekle kalmadı, tümüyle bir yan anlama, bir çağrışıma, ideolojik bir yüke, geçmiş zamanların bir masalına dönüştü.  Diğer yandan yaşadığı güç zehirlenmesi sonucu popstarlaşan, kendini adeta Allah’ın insanlığa bir lütfu gibi görmeye başlayan kimi sendikacıların öznelliğinin diliyle, kamusal dilin iç içe geçmesi; kamusal sorunların kişisel denilebilecek bir imgelemle ele alınması sonucunu doğurdu.

Konformizm:

"Gençliğinde Kodak marka bir fotoğraf makinesi olsun istemiş, ama hiçbir zaman bunu elde edememiş biri, isteklerinin Kodak'ına hiçbir zaman ulaşamaz, yetişkin bir adam olduğunda en iyisini alacak durumda olsa bile." " diyor Ernst Bloch, Umut İlkesi’nde.

Ernst Bloch’un bu tespiti, alt toplumsal katmanlardan gelen sendikacıların durumunu da özetleyen bir cümle. Bastırılmışlığın ve biriken taleplerin arzularını yönlendirmesiyle hep daha fazlasını istiyorlar kendileri için... Konfora doymuyorlar. Bu durumu da “itibardan tasarruf olmaz” söylemine dayandırıyorlar.

Konformizm tutkunu bu sendikacıların yaşadığı konforun bedeli, ülkenin dört bir yanında yüzbinlerce çalışanın yaşam kalitesindeki düşüşle ödenmektedir, şimdilik… Bunların birilerine gösterdikleri sahte şefkatin bedeli, başka bir yerde yüzbinlerce insan tarafından ödemekte. Bu sendikacıların, artık kabak tadı vermeye başlayan samimiyetsiz, “Yorgun Demokrat” pozlarının da alıcısı kalmadı. Çalışanların açlık-yoksulluk sınırı arasında aldığı ücretin istatistiğini tutup, edebiyatını yaparak ağıt yakacaklarına işe, kendi tokluk sınırlarını aşağı çekmekle başlasalar samimiyetlerini bir nebze olsun görmüş oluruz. Dört kişilik bir memur ailesi ile dört kişilik bir sendikacı ailesinin asgari geçim şartları aynı bu ülkede. Ekmek ve su herkese aynı fiyattan satılıyor marketlerde…

STK’ların, sendikaların il/ilçe şube temsilcilik binalarının ve temsilci/başkan makam odalarının itibardan tasarruf edilmeyen görüntüleri, Japon İmparatoru ve Almanya Başbakanı Merkel’in makam odasını gölgede bırakır durumda. Sadece bina değil; araç, gereç, maddi imkânlar da aynı şekilde... Bu durum toplumu; Müslüman bir toplumun fertleri olarak, Batı Demokrasilerinin erdemliliğine ve şeffaflığına hayran ve hasret bırakır duruma getirdi.

Dünyanın her yerinde büyük STK’lar hem bulundukları ülkenin hem de diğer ülkelerin kontrol altına almak için nüfuz mücadelelerinin verildiği; topraklarında faaliyet gösterdikleri devletlerin veya onlara nüfuz eden devletlerin iç ve dış soft power baskı unsurlarıdır. Bu yüzden; bu yapıları kontrol altında tutabilmek için bu STK/sendika yöneticilerinin de nemalanmalarına bir yere kadar, belirli ölçülerde göz yumulur ve hataları sistem tarafından tolore edilir. Yeter ki sisteme sadık olsunlar. Sendikacıların her şey dâhil yaşamlarının konforu, sadakatle toplumsal rıza üretmek için tahsis/temin edilmiştir.

“Vasat, yaşadığı özgürlüğün ve konforun bedelini susuşuyla ödemiştir. Vasata taksit taksit verilen yaşama hakkı peşin ödenen susuşlarla elde edilmiştir.”

Adaletinden suç saçılanlar, hakkı tutup kaldırmanın dersini vermeye kalkıyorlar, bizlere…

Devam edecek…