Türkiye’de, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, siyaset ile üniversite arasında kimi zaman gerilimli kimi zaman ise birbirlerini destekleyici ilişkiler olmuştur. Ancak üniversite siyaset ilişkisi hep sürmüştür. Üniversite hocalarının siyaset ile ilişkilerinin yanı sıra ilişkilendirildikleri dönemlere de rastlanır Cumhuriyet tarihinde. Siyasetin üniversiteye ilk müdahalesi 1933 üniversite reformudur. Yeni rejim kendi düşünsel anlayışına uymayan hocaları bu reform ile tasfiye etmiş ve yerlerine yeni hocalar getirerek Darülfünun, İstanbul Üniversitesine çevrilmiştir. Nitekim yeni yapısı ile üniversite, Demokrat Parti karşıtı gösteriler düzenleyen ve öğrencilerin bu gösterilere katılmasını sağlayan hocalarla 27 Mayıs’ın gerekçelerinden birini oluşturmuştur.

27 Mayıs sonrası ise 147’likler olayı yaşanır. Darbe yönetimi, 147 öğretim üyesinin üniversite ile ilişkisini keser. İlginçtir ki tasfiye edilenler arasında 27 Mayıs’ın destekçisi Tarık Zafer Tunaya da vardır. Ancak onun tasfiye edilmesinin nedeni 27 Mayısçı profesörler arasında yaşanan iktidar mücadelesidir. Darbe sonrası üniversite belirli bir yapıya ulaştırıldıktan sonra üniversitenin özerkliği, hocanın kürsüsünün dokunulmazlığı gündeme getirilir. Çünkü artık üniversite, 27 Mayıs’ın diğer bazı kurumları gibi, halkoyuyla iktidara gelen muhafazakâr hükûmetlere karşı bir denge unsuru ve vesayet kurumu olarak konumlandırılmıştır. Bu görevini 27 Mayıs öncesinde de yerine getirmiştir. Bundan sonra da getirmeye devam edecektir.

12 Eylül Askeri darbesi de birçok önemli ismi muhalif oldukları gerekçesi ile tasfiye eder. Ancak üniversiteyi vesayet kurumu olarak görenlere bir şey olmaz. Günümüze kadar birçok kez üniversite vesayet görevi ile karşımıza çıkar. Bunlardan en önemlilerinden birisi 28 Şubat sonrası yaşananlardır. Darbeci “hoca”lar burada boy gösterirler. Günümüze kadar da zaman zaman çıkışlarla da bu gelenek devam ettirilmeye çalışılmaktadır.

1960’dan bugüne üniversite kendi statükocu anlayışına uymayan siyasi partilere ve iktidarlara karşı ağır eleştiriler getirirken hep özerklik, kürsü dokunulmazlığı ve bilimin ardına sığınmışlardır. Oysa yaptıklarının bilimsel bir yanı yoktur. Tam tersine siyasi bir tavırdır.

Bu gün Boğaziçi Üniversitesinde de benzer bir durum yaşanıyor. Özerk üniversite, özgür üniversite denilerek vesayet kurumu olmak savunuluyor. Kimse bu güne kadar üniversitenin siyasete müdahalesini tartışmıyor. Üniversite yine bilimin arkasına sığınıp siyaset yapmak aynı zamanda dokunulmaz olmak istiyor. Siyaseten anlaşamadıkları kişiyi tasfiye etmekte uzmanlaşan sözde hocalar, özgürlük nutukları atıyor. Bir de işe yaramayan, üretemeyen bir güruh var. İşini yapmaktan aciz olmaları nedeniyle sistemin dışında kalanlar, bu sözde özgürlük mücadelesinden kendilerine pay çıkartarak bir köşeyi tutup sistemde yer almaya çalışıyorlar. Velhasıl, kavga özgürlük değil vesayeti sürdürme kavgası…

İşin bir başka boyutu tartışmaların sokağa taşması, gösterilere dönüşmesi. Rektörlük idari bir görev ama öyle her istediğini yapabilen bir makam da değil. Senatolar, yönetim kurulları, fakülteler, fakülte yönetim kurullar gibi birçok yapı var üniversitenin içinde. Rektörün kararlarını uygulaması da bu kurumlara bağlı. Başta senato olmak üzere fakülte ve üniversite yönetim kurullarının onaylamadığı bir şeyin uygulanması çok zor. Bu kurullar ise seçimle oluşturuluyor yani rektör üniversite tarafından denetleniyor. Kurullardan da memnun değillerse bu kurulların yapıldığı seçimlerde kendi adaylarını destekleyip üniversite yönetiminde söz sahibi olabilirler. “Hocalar”, yasal olan bu haklarını kullanmak yerine; neden işin sokağa taşınmasına seyirci kalıyorlar?

Maalesef bazı üniversitelerde adeta akademik dükalıklar oluşmuş görünüyor. Hepsi için diyemeyiz ama bu elitist akademik dükalıklar, belirli bir ideolojinin mensuplarının egemenlik alanına dönüşmüş durumda. Bu egemenlik alanlarına kendilerinden olmayan kimseyi sokmak istemiyorlar. Mesele bundan ibarettir.

Tarihçi bakışla; bilimselliğin temelini tarihin yasalarında arayan, bu yasalar kavranabilirse geleceği öngörebileceğini düşünen “Sol”, ‘bilimsel’ anlayışı devrimciliğin zemini olarak işlevsel hale getirdi. Bu teze göre, zihnin geçmişe ait hurafelerden temizlenerek bilimsel düşünce ve algılama boyutuna ulaşabilmesi için zihin açıklığı yani ‘sekülerleşme’ gerekiyordu. Yani sekülersen bilimsellikten yanasın, değilsen gericisin… Bu bakış, karşısındaki demokratik çoğunluğu kendi kıstaslarına göre nitelikli yani bilimsel/seküler bulmadığından nicelikten/sayılardan ibaret görür. Onları, bir insan olarak görmez. Kendi kalabalıklarını kitle, ötekileştirdikleri kitleleri ise kütleden ibaret görür. Bunun adı, “bilimselliktir.”

Eleştirel akılcılığın bilimi temellendirmesine isyan eden ve bilim felsefesi alanında anarşist bir yaklaşım getiren ’’Akla Veda’’nın öncü isimlerinden Avusturyalı bilim felsefecisi Paul Feyerabend ‘’Bilimin Tiranlığı’’ isimli eserinde: ‘’Sistematik bir sunum, fikirleri yetiştikleri topraktan söker ve yapay bir model içinde düzenler. Bu model nüfuzlu insanları memnun ederse, onun hakkında kitaplar yazacak, üniversite programlarında okunmasını sağlayacak, sınavları ona göre düzenleyeceklerdir; böylece model çok kısa süre içinde gerçekliğin ta kendisi olacaktır. Modeli bilmeyen, ama adını duyan insanlar, bir şeyler kaçırdıklarından şüphelenecektir. Popüler yazarlar modeli basit sözcüklerle açıklamaya soyunur, örüntüyü icat eden kahramanlar hakkında filmler yapılır; her boyda ve şekilde ikon, ayak takımına gerçekte ne kadar az şey bildiklerini ve ne kadar çok şeyi öğrenmek zorunda olduklarını hatırlatır.’’ Feyerabend, bilim çevrelerinin hoşlarına gitmeyen her şeyi değersizleştirmek için önyargı kalkanının ardına sığındıklarını iddia eder.

Türkiye’nin seküler entelijensiyası, bunlara bilimsellik kilisesinin papazları da demek mümkün… Bilimsel sendikacılık yaptıklarını söyleyen sendikacılar, bilimsel eğitim isteyen öğrenciler/öğretim üyeleri; ellerinde bilimsellik sopası, yıllardır savurup duruyorlar gerici buldukları milli iradeye ve onun temsil yetkisi verdiği muhafazakâr hükûmetlere… Muhafazakâr hükûmetlerin icraatlarının karşısına bilimsellik sopasıyla çıkmak bilimsellik kilisesinin amentüsü… Kazara kendi içlerinden insafa gelen olursa da amentünün inkârı görüp anında aforoz ediveriyorlar, bilimsellik kilisesinden…

ABD başta olmak üzere kimi ülkelerin, ülkemizdeki bir üniversitenin rektörlüğü konusunda yaptıkları açıklamalar bile bu antiemperyalist arkadaşların meselenin rektörlük olmadığını anlamasını sağlamıyorsa mesele tabiiki başkadır.

Kaan Arslanoğlu’da ‘’Yanılmanın Gerçekliği’’ kitabında; ‘’Bilimselliğin bir sopa olarak kullanılması sorunu, günümüz tartışmalarında üzerinde durulan noktalardandır. ’’Bilimsel’’ dendi mi akan sular duruyor. Bu söz bir kalkan gibi kullanılıyor. Yanlışlığa varan keyfiliğin kalkanı. Peki ama bilimsellik ‘’bilimselliği kendinden menkul şeyhlerin kerameti gibi bilinmezlikle mi örtülü?’’ diye soruyor.

Bilim toplumsal bağlamından çıkarılıp kutsanıyor ve toplumun üzerinde neyin yanlış neyin doğru belirleyen bir sopa olarak sallanıyor.

Bugün muhafazakâr camianın, kültürel/bilimsel iktidarı elinde tutanların hegemonyasında maruz kaldığı durum; adeta bilimsellik adı altında azarlanmanın, aşağılanmanın estetikleştirilmesi durumudur. Bilimin bu şekilde toplumun bir kesimine parmak sallamak için araçsallaştırılması bilime yapılan en büyük ihanettir de aynı zamanda…

Ey vesayet! Geldinse kapıyı üç kez tıklat. Çünkü halen meseleyi hak ve özgürlük meselesi zannedenler var.

Celal DEMİRCİ