Türkiye son zamanlarda yaşananlarla yine hukuk devleti, yeni anayasa, insan hakları gibi konuları tartışmaya başladı. Gündem konuları sadece yurt içinde değil yurt dışında da yankılanıyor. Çiftlikbank, Todex gibi ticari skandallar, son olarak da bir mafya liderinin YouTube üzerinden haftalardır gündeme bomba gibi düşen açıklamaları, uluslararası alanda Türkiye’ye olan güveni de sarsıyor.

Medya ambargosuna rağmen çok kısa bir süre içinde ilgili görüntülerin neredeyse yetişkin ülke nüfusunun tamamı tarafından merakla izlenmesi vatandaşın devletine karşı olan güveninin ne derece sarsıldığını da gösteriyor.

Yukarıda sözü edilen olaylar karşısında medyanın takındığı tutuma bakınca da vatandaşın geleceğe dair kaygısının boyutunu anlatmaya da gerek yok sanırım.

Her toplumsal sarsıntı sonrasında egemen siyasi aktörlerin “hedef Türkiye” açıklamasına sarılıp toplumu bu yönde bir algıyla beslemeye çalışması düşünmeyi becerebilenleri ikna etmek için yeter mi bilinmez!

Sosyal hukuk devletinde temel ilke hâkim otoriteyi korumak değil, vatandaşın kaygılarını, devlete karşı zedelenen güven duygusunu bağımsız mahkemelerce ivedilikle giderilmesini sağlamak olmalıdır.

Yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizde ve öncesinde de devlet içindeki asıl yozlaşmanın sebebi adalet duygusunun zedelenmesiyle ortaya çıkan adam kayırma, babadan oğula geçen bürokratik ve siyasi görevlendirmeler –ki bu hususla ilgili geçmişten günümüze binlerce örnek verilebilir- ve buna bağlı olarak liyakatin ortadan kaldırılması, Arap toplumunda olduğu gibi asabiyet duygusunun Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde örtülü bir şekilde kurumsallaşmasıdır.

Bütün bunlara bağlı olarak da Türkiye öncesinde ve sonrasında mali sistem bozulmuş, yolsuzluklar artmış, asabiyet ilişkilerine bağlı olarak devletin yetkili kurumları hukuk mekanizmalarını adil bir şekilde işletmekten kaçınmışlardır.

Esasında dini normlar üzerinden ülkenin kurumlarının işletilmesini arzulayan büyük bir kitle olmasına rağmen ve ülke kurumlarının başında da din, mezhep, tarikat, cemaat referanslarıyla gelen bürokrasinin bulunmasının yolsuzlukları, rantı, her türlü adaletsizliği, adam kayırmayı, liyakatsiz atamaları önlemesi beklenirken tam tersi bir manzaranın ortaya çıkması dindar bilinç için tam bir siyasi ve sosyal travmaya dönüşmüş gibi görünüyor.

Enteresan olansa, her türlü iç ve dış olayda önemli insiyatifler alan sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin hala Filistin meselesiyle oyalanması –ki ben Filistin meselesinin artık muhafazakâr siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri tarafından tabanlarını konsülide etmek için kullanıldığına kat’i bir şekilde inananlardanım-, Türkiye’de hukuk, adalet, insan hakları, yolsuzluklar, bürokrasinin ve siyasetin etik ve yasal olmayan ilişkiler ağı içerisinde olması gibi ülke gündeminde olan konularda ölü taklidi yapmaları Türkiye’de sivil toplum anlayışının ve samimiyetinin ne kadar geliştiğini göstermektedir.

Montesquieu’nun Kanunların Ruhu Üzerine adlı başyapıtının 479’uncu sayfasında “Yaptıkları suistimallerle zenginleşen Yahudiler, prensler tarafından aynı zorbalıkla soyuldu. Bu da, halkları teselli etse de rahata erdirmedi,” şeklinde bir ifade bize devlet içinde hukuk normlarının adaletli bir şekilde işletilip işletilmediğinin sonuçları ile ilgili çok çarpıcı bir mesaj vermektedir.

Her devlet için bir örneklem olan bu ifade dün ve bugün en kat’i bir biçimde yankılandığı gibi yarında aynı ölçüde yankılanacaktır.

Ölçüsüz ve çok kısa bir sürede zenginleşmenin yaşandığı bir düzenin adil olduğundan söz edemeyiz.

Yaşları yirmilerde, otuzlarda olan bakanların, milletvekillerinin, bürokratların, parti yöneticilerinin çocuklarının bugün yüzlerce milyon dolarlık servetlere sahip olduklarının görülmesi vatandaşın devlete karşı olan güven duygusunu zedeliyor.

Devletin gücünü ve imkânlarını kullanarak ölçüsüz bir şekilde zenginleşmek vicdan hürriyeti olan toplumların yaşadığı devletlerin kriteri olamaz, olmamalı, olunmasına da göz yumulmamalıdır.

Şeffaflığın olmadığı bir devlette hukukun işletilmesi de mümkün değildir.

Kanunlar egemen otoriteye ve yandaşlarına göre dizayn edilirse sosyal barış temelden sarsılır ve toplumsal huzur bozulur.

Milli irade tarafından devlet otoritesinin emanet edildiği güç; emrindeki bürokrasinin, hâkim siyasi iradenin yasadışı ilişkiler ağının bir parçası olmasına göz yumarsa kanun devleti olmanın bir hükmü kalmaz.

Bağımsız yargı, bağımsız mahkemeler, bağımsız hâkim ve savcılar görevini yapamaz duruma düşer.

Vicdanının sesine kulak verip harekete geçenlere de ne yazık ki böyle bir düzen mağduriyetler yaşatır.

Devleti bir ana şefkati ve bir baba koruması altında gibi göremeyen yurttaşlar da ister istemez devleti tartışmaya başlar.

Bu tip uygulamalar kaosu besler ve kaosun çıkmasını tetikler.

Ancak çoğu zamanda otoriteyi elinde tutmak isteyenler ve eline geçirmek isteyenler de bu kaos sarmalından beslenir.

Hukuk devleti ilkesinden sapan iktidarlara karşı tepki, kaosun beslenmesinin bir parçası olarak verilemez.

Yurttaşların görevi, kanunun kendisine tanımış olduğu seçme ve seçilme hakkını sandıkta hür iradesiyle “OY-REY” vererek kullanmasıdır.

Olgun bir birey ve toplum kanunların kendisine tanımış olduğu hakları kanunsuz bir şekilde çiğneyemez ve kendisini de kaosun bir parçası yapmaz.

Montesquieu, başyapıtının yine bir başka sayfasında “Kanun, hükümdarın gözleridir; kanunsuz göremeyeceği şeyleri kanun yoluyla görür. Mahkemelerin gördüğü işi kendisi mi görmek istiyor? O zaman, kendi iyiliği için değil, dalkavukları için kendi aleyhine çalışıyor demektir,” şeklinde yine daha sarsıcı bir ifadeyle karşılaşırız.

Ve yine Montesquieu bu başyapıtın başka bir sayfasında “Adaletin her yerde Türklerde olduğu gibi uygulanması gerektiğini öteden beri işitir dururuz,” biçiminde bizi onurlandıran en can alıcı ifadesinin yankılandığını görürüz.

Aslında Montesquieu’nun Kanunların Ruhu Üzerine adlı başyapıtının her şeyi özetleyen “Demokratik yönetimlerde, halka para dağıtmanın sonucu ne kadar kötü ise, soylular yönetiminde de o kadar iyidir. Birincisi vatandaşlık zihniyetini yok eder, ikincisi vatandaşlık zihniyetini meydana getirir,” ifadesi bütün dünya halklarının ve bizim de içinde bulunduğumuz siyasi, sosyal ve ekonomik durumu en güzel şekilde özetlemektedir.

En mükemmel yasaları da yapsanız, en iyi eğitim ortamlarından geçmiş insanlar da yetiştirseniz dahi, vicdandan yoksun bir vatandaş, vicdandan yoksun bir yönetici, vicdandan yoksun bir hâkim en önemlisi de vicdandan yoksun bir toplum; işleyen hukuksuzluklar ve adaletsizlikler karşısında nasıl sesini yükseltebilir ki!

Vicdanını kaybetmiş bir toplum ancak vicdanını kaybetmiş bir devlet de yaşama şansı bulabilir.

Vicdanın hâkim olduğu toplumlarda da kanuna ihtiyaç duyulmaz.

Kalın sağlıcakla.

Faruk YILDIZ

Eğitimci-Yazar