Prof. Dr. Necati CEMALOĞLU

Toplumu ayakta tutan temel yapı, sahip olduğu ve kuşaktan kuşağa aktardığı değerleridir. Evrensel etik kurallar kümesinde, her toplum yaşantısında uyguladığı ahlâki davranışlarını kendi değerler sisteminde özümseyerek sürekliliğini sağlar. Belki de bu sebeple, toplum olarak, kuşaklara değerler eğitimini nasıl kazandırabileceğimiz hakkında fikirler öne sürmekteyiz. Değerler, bireysel ve toplumsal yaşamın vazgeçilmezi, hatta en önemli öğesi olduğu için, hassasiyetlerin değerler üzerine odaklaşması doğal bir durumdur. Çoğunlukla bir sorun olarak karşımıza çıkan bu konu sadece bizde değil, diğer toplumlarda da tartışılagelmektedir. Sosyal hayatın her alanında, değerler konusunda aynı dili konuşamayan  “seçici dürüst” toplumların, değer kazandırmada, değerlerin içselleştirilmesinde daha fazla sorun yaşıyor olması da tesadüf değildir.

Değerlerin ailede, okulda ve diğer sosyal çevrelerde kazandırılma sürecinde; çocuklara ve gençlere öncelikli olarak rollerin öğretilmesine,  tercihlerin kazandırılmasına başlandığı görülür. Bu aşamada, bireyin rolleri ailede şekillenmeye başlar. Ailenin siyasi görüşü,  inançları, çocuğun tercihlerini doğrudan ya da dolaylı olarak etkiler. Örneğin; çocuklar, ailede, sosyal çevrede ve okulda öncelikle, rolleri, tercihleri ve sahip oldukları kimliklerle ilgili aidiyetleri öğrenirler.  Ailenin inanç ve ideolojik sistemi yönünde örtük propagandaya maruz kalırlar.  Daha sonra, bu tercihlerin yaşam tarzına ilişkin algılarına, kabullerine ve tepkilerine odaklanırlar. Mevcut durumda kendisine yansıtılan özelliklere sahip birey, diyelim ki “A” siyasi görüşüne sahip ise, insan haklarına, çevre bilincine, çocuk haklarına, demokrasiye, kabul ettiği siyasi ya da sosyal rollerin kabul alanları perspektifinden bakmaya başlar. Kendisiyle aynı ideolojiye sahip bireye, yasal olmayan hakları ve kazanımları sunmayı etik dışı olarak kabul etmez. Bu durumu, kendi yaklaşımlarındaki ideolojik, etnik ya da dinsel görüşte rasyonelleştirir.  Hâlbuki değerlerin etkili kazandırıldığı, değerlerin yaşam tarzı hâline geldiği toplumlarda ise, çocuklara öncelikli olarak ‘üst değerler’ kazandırılır. Birey, insan hakları, demokrasi, katılımcılık, çevre bilinci, hayvan hakları, adaletli paylaşım, dürüstlük gibi üst değerleri öğrenerek tutum ve davranış geliştirir. Bir basamak sonraki aşamada, ideolojik ve yaşama ilişkin tercihlerini belirler. Sonuç olarak, toplumsal akit çerçevesinde ortak değerleri kazanan birey, siyasal tercihi, dini inancı, etnik kimliği ne olursa olsun, kişisel hassasiyetlerini, bu değerlere odaklaştırmaya ve tepki alanlarını bu tutumlarına göre belirlemeye başlar.

Değerlerin ailede şekillenmesindeki bir diğer önemli etken ise, ailenin çocuk yetiştirme hususundaki yaklaşımları, tutum ve davranışlarıdır. Örneğin; ülkemizde bir aile, çocuğu izin almadan, başka bir kimsenin eşyasını gizlice aldığında nasıl bir tepkide bulunur? Çoğunlukla ebeveynler, bunun düpedüz hırsızlık olduğunu, yüz kızartıcı, utanç kaynağı vb. sıfatlarla tanımlayarak farkında olmadan, keskin sözcüklerle, çocuğa aşağılayıcı bir biçimde davranır. Bu konuşmalar, yargılamalar ve saldırıların, sürüp gitmesi de muhtemeldir. Tepkiler analiz edildiğinde; bu tutumu sergileyen ebeveynlerin, çocuğun davranışının olumsuzluklarını, aileye, bireye ve topluma olan yansımalarına odakladığını görmekteyiz. Söz konusu davranış sorgulanırken olayın kendisine odaklaşmaktan çok; dış çevre, toplum, çevre baskısına ve benzer şekilde çevrenin bireyi, aileyi nasıl yargılayacağına vurgu yapılmaktadır. Sonuçta, birey, adı ‘hırsızlık’ olarak bilinen bu davranışın bir sorun olduğunu ilk aşamada düşünemeyecektir. Bunun yerine, ailenin bu tutumu, asıl sorunun hırsızlık yaptıktan sonra, toplum tarafından ne tür tepkilerle karşılaşılacağı, bu tepkiler sonrasında yaşayacağı ve yaşatacağı sosyal travmayı odak noktası hâline getirmesine yol açacaktır. Aile tarafından, odak bu yöne kaydırılınca, çocuğun kafasındaki çıkarım şu şekilde olabilir: Eğer hırsızlık yaptığı anlaşılmazsa, duyulmazsa,  hırsızlık teknik bir şekilde yapılırsa, çevre baskısının, caydırıcı özelliği ortadan kalkacaktır ve bu baskı yoksa; hırsızlık yapmakta da bir sakınca yoktur! Doğan Cüceloğlu, bu tür kişilerle ilgili olarak özü ile bilinci arasındaki ilişkisi zayıf; dış dünya, toplum ve başkalarının beklentileri arasındaki ilişkisinin yüksek olduğu “kalıplanmış insan” ifadesini kullanmaktadır.

Kalıplanmış insan, kendi sosyal çevresinde nasıl yetişir? Karşılaştırmalı analiz edeceğimiz iki farklı yaşantı bu sorumuzun cevabını daha bariz bir şekilde açıklayacaktır. İlk örnek yaşantı, komşu bir ailenin oğlu Ahmet adında bir çocuk olsun. Süt içmek istemeyen Ahmet, vakti geldiğinde süt içmemek için köşe bucak kaçar. Çaresiz kalan bakıcı, Ahmet’e sütünü içmemesi durumunda, annesine ve babasına şikâyet edeceğini söyleyerek tehdit etmektedir. Ahmet, bu tehdit karşısında korkmakta ve sütünü içmektedir. Ahmet, anne ve babasından korktuğu için süt içmekte, korktuğu için erken uyumakta, korktuğu için ders çalışmaktadır. Korku figürü ortadan kalktığı zaman, Ahmet, her zaman sergilediği olumsuz davranışlara dönüş yapacaktır. Ahmet, büyüyüp iş hayatına atıldığında nasıl bir işgören olur? Amirleri varken çalışıyormuş gibi yapıp amirler yokken kaytarır mı? Bu ölçütlere göre yetiştirilen Ahmet, hayatı boyunca değerleri yaşarken ve davranışlarına uygularken, korku figürü ile şekillendiren bir zihinsel model ile hareket edecektir. Mesela yalan ve hırsızlık gibi ahlâki kabullerin dışındaki bir davranış için, şu cümlelerin zihninde yankılanması olasıdır: “Ben yalan söylemem. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. İleride yalan söylediğim ortaya çıkınca, herkes ‘yalancı Ahmet’ diye benimle alay etmeye başlar. Ben hırsızlık yapmam; parmak izimden anlaşılır, yakalanırsam?! Hayır, ben hırsızlık yapmam!”.

Ahmet’in davranış örüntüsü incelendiğinde; özü ile bilinci arasındaki ilişkinin gelişmediği görülmektedir. Aslında Ahmet’in konuşmalarındaki alt mesaj; ‘Duyulmayacağından emin olayım, gerekirse yalan söyleyebilirim; yakalanmayacağımdan emin olayım, gerekirse hırsızlık yapabilirim!’ cümleleridir. Görüldüğü gibi, Ahmet’in, hayatı süresince, mutlaka suç olarak bilinen davranışları yapacak diye bir durum söz konusu olmamakla beraber her zaman olasılık dâhilinde olduğu da bir o kadar açıktır. Buradaki en önemli nokta, suçun ortaya çıkmasını engelleyen ana faktörün, dış çevre ve toplum baskısı olduğudur.  Ayrıca, korkutulmadığı ya da tehdit edilmediği sürece, değerleri yaşama durumunun ortaya çıkmama ihtimali vardır. Bu aşamada yaşanabilecek bir diğer olumsuzluk ise, ailenin değerler eğitimi verdiği sürece şiddeti bir araç olarak kullanmasıdır. Genç bireyin, şiddeti kanıksaması ters kişilik geliştirmesi ile birlikte ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Öyleyse,  bilinçli yaklaşımları olan bir çevrede değerler eğitimine ait bu kazanımlar nasıl öğretilmeli? Diğer örnek olayımızda kahramanımız başka bir ailenin kızı ‘İrem’ olsun. İrem, ailenin rol-model davranışları ve yaklaşımlarının etkisiyle, kuralların gerekçelerini merak eden, öğrenmeye çalışan bir çocuktur. İrem ile bakıcısı arasında aynı problem yaşanır.

Bu süreçte, bakıcı İrem’e süt içme zamanının geldiğini hatırlatır. İrem ise süt içmek istemediğini, sevmediğini söyler. Bakıcısı ise, zorlamak yerine sütü buzdolabına koyduğunu içeceği zaman oradan alabileceğini bildirir. Çünkü anne-baba, İrem’i, neden süt içmesi gerektiği; içmediğinde ya da içtiğinde ne gibi fayda veya kayıpla karşılaşabileceği konusunda bilgilendirmiş ve ikna etmeyi denemişlerdir. Bu aşamada, İrem’in bakıcısı, sessiz kalmakta, yorum yapmamakta ve İrem’i suçlamamaktadır. İrem’in annesi, akşam eve geldiğinde İrem, annesine bugün sütünü içmek istemediğini ve içmediğini söyler. Annesi, neden süt içmesi gerektiğini tekrar hatırlatır. İrem ise, bunları bildiğini, fakat yine de içmek istemediğini söyleyince annesi, sütünü severek içebilmesi için ne yapabilecekleri konusunda fikrini sorar. Annenin asıl amacı, İrem’i ikna edecek farklı seçenekleri keşfedebilmektir. Beraberce üretilen önerilerden sonra, İrem sütünü kakao ile içer ve bundan hoşlanır, sonrasında da meyve püresi ile denemeye karar verirler. Hatta anneyle beraber içilen süt, onların bir sohbet aracıdır artık! Görüldüğü gibi, bu örnek hikâyelerin akışında, şartlara göre sayısız seçenek üretilebilir.

Yukarıdaki yaşantıda taktiklerle büyütülen ve olumlu davranışlar kazanan İrem, iş hayatına atıldığı zaman nasıl bir işgören olur? Amirler varken çalışıyormuş gibi yapıp amirler yokken tembellik yapar mı? İrem’in davranışlarını analiz ettiğimizde, İrem’in zihninde yankılanan cümlelerin ne olduğunu tahmin edebiliriz: “Ben yalan söylemem. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Benim için önemli değil. Yalan benim kişiliğimde olamaz. Ben hırsızlık yapmam. Parmak izinden, kameradan hırsızlık yapanlar yakalanırmış. Hiç önemli değil. Hırsızlık benim kişiliğime, değerlerime, inançlarıma ters bir durumdur. Bunun hesabını kendime veremem”. Bu düşüncelere sahip olan İrem’in davranışları incelendiğinde; İrem’in, özü ile bilinci arasındaki ilişki güçlü; dış dünya, toplum ve başkalarının beklentileri arasındaki ilişkinin zayıf olduğu görülmektedir. Kısacası, gelişmiş insan kimliğinde düşünmekte ve hareketlerini gelişmiş insan profilinde sergilemektedir. Her tutumu ve davranışı altında kendi öz benliğine ait özgün gerekçeleri vardır. Gelişmiş insan kimliğinin bireye kazandırılması, değerler eğitiminde önemli bir etkiye sahiptir.

Değerlerin kazandırılması sürecinde, sıklıkla kullanılan ödül ve ceza, sorunlu bir durum yaratabilir. Ceza ve ödül karşısında tercihte bulunmaya zorlanan çocuk; değerleri aklıyla irdeleyip, vicdanına göre çözümleyip, çıkarımda bulunamaz. Değerleri, özgür iradesiyle seçip karar veremeyen bireyler, değerlere durumsal yaklaşmakta ve çıkarımları konjonktüre göre değişiklikler göstermektedir. Bu aşamada en etkili olabilecek yaklaşımlardan birisi, değerleri yaratan faktörlerin, çocuklar tarafından rasyonelleştirilmesini sağlamak ve ikna etmek, uygun ortam ve çevre faktörleri yaratıp pekiştirmektir.

Değer kazandırma süreciyle ilgili olarak, Ankara’da ziyaret ettiğim bir ilkokulda yaşadığım bir anımı sizinle paylaşmak istiyorum. 3. sınıflardan bir şubeye davet edilmiştim. Sınıf ziyareti esnasında, öğrencilerle tanışıp, sohbet ettikten sonra, öğrencilere “Ali Baba ve Kırk Haramiler” hikâyesini okudum. Sonrasında, öğrencilerle bireysel olarak görüşerek onların bu hikâyenin ana fikrini kendilerine göre ne olduğunu sordum. Öğrencilerin çoğu genellikle eğer bir insan hırsızlık yapmışsa, o kişinin malının da aynı yolla alınabileceğini söyledi. Çünkü Ali Baba, hırsızların malını çalmıştı. Kesin olan bulgu, bu hikâye sonunda algılanmış olan alt mesajla hırsızın malını çalma davranışının, öğrencinin belleğinde meşru bir kimliğe kavuşmuş olması idi ki; durum oldukça sorunlu görünmekteydi.

Aynı gruba, benzer bir hikâye daha anlattım. “Tilki ile Ördek” hikâyesinde ise; bir tilki, gölde yüzen bir ördeğe yalan söyleyerek onun kıyıya yaklaşmasını sağlayıp avlamak niyetindedir. Kıyıya yaklaşan ördeğin kumpası fark etmesi ile birlikte tilkiyi ayağından çeker ve göle düşmesine neden olur, sonunda tilki yüzme bilmediği için ölür. Bu hikâyenin, öğrenciler tarafından çıkarımları da benzer yönde idi. Öğrencilerin çoğunluğu, eğer birisi kötülük yapmak isterse, fark ettikleri anda o kişiye daha büyük zarar verebilecekleri sonucuna varmışlardır. Görüldüğü üzere,  sınıfta okunan bir hikâye, örnek olay ya da bir anı her öğrenci tarafından farklı algılanmakta, farklı yorumlanmakta ve farklı çıkarımda bulunmalarına yol açmaktadır. Çoğunluk ya da azınlık olsa da eğitim ortamlarında, öğrencilerle paylaştığımız bu ve benzeri durumlar, aslında onların değer sistemlerini, tercihlerini ve yaşama ilişkin algılarını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Öğrencilerin olumsuz çıkarımlar yapması olasılığının göz önünde bulundurulması gerektiği bir gerçektir. Bu tekniği, olumlu davranışlar kazandırmak ve sağlıklı zihinsel modeller üretmek adına kullanılabilir.   Değerler aracılığıyla ilgiyi ve bilgiyi doğrudan vermek yerine öğrencinin çıkarım yapmasını sağlamak ve bilgiyi tanımlamasında rehber olmak, değerleri içselleştirmelerinde etkili bir süreç olarak işe koşulabilir.

Aile bireylerinin iletişim süreçleri ve doğal davranışları, değer kazandırmada etkilidir. 30 kuruş borcunu ödemek için 10 km yol giden, başkalarının yüzüne nasılsa, gıyabında da aynı olan, tutarlı ve dengeli davranışlar sergileyen, çocuklarına değeri kulaklarıyla değil, gözleriyle kazandıran ebeveynler bu süreçte daha başarılı olmaktadırlar. Değerler eğitimi; hayat boyu süren, sürekli pekiştirilmesi ve yaşatılması gereken bir eğitimdir.

Ailede başlayan değerler eğitimi, okul sürecinde gelişerek pekiştirilir ve süreklilik kazanır. Bu süreçte, okul önemli bir etken gibi görülmesine karşın; okullarda bu eğitim, rutin bir yapıya dönüşebilmekte, içselleştirilemeyen öğrenme ürünleri olarak varlığını sürdürmektedir. Bu eğitimde en önemli unsurlardan biri, yetişkinlerin rol-model davranışları ve tutumlarıdır. Çocuklara değerler, değer anlatan öğretmenler ve ebeveynlerle değil, değerleri yaşayan yetişkinlerle, değerlerin yaşatıldığı ortamlarla, arkadaş gruplarıyla, sosyal çevre ve medya ile kazandırılır. Özü ve bilinci arasındaki ilişkinin güçlü olduğu birey, kalıplanmış insan yapısından sıyrılabilmiş yetişkinlerin dünyasında, değer eğitiminde sorumluluk alması gerekir.  Sınıfa öğrenciden önce gelen, dersini etkili işleyen ve zamana uyan, aldığı ücreti hak etmeye çalışan ve bunu da rol olarak değil kişilik olarak sergileyen bir öğretmen, öğrencilere değer kazandırmada daha etkili rol oynayabilir. Ayrıca, etkinlik tabanlı ve öğrencilere sorumluluk kazandırmaya çalışılan görevler, roller ve sorumluluklar da önemli rol oynar.

Değerler eğitimi, ailede başlar, okulda devam ederek sosyal çevrede pekişir. Bu üçlü işbirliği yaklaşımı ve karşılıklı etkileşim, kuşaklar boyu devam ederek değerler eğitiminde ortak paydayı oluşturur. Değerler eğitiminde başarı,  ortak değerlere topyekûn sahip çıktığımız ve bunu somut davranışlarımıza yansıttığımız sürece, bireye ‘değer’ kazandırdığımızdan bahsedebiliriz.