CEMİL MERİÇ’İN PENCERESİNDEN  DÜŞÜNME VE AYDINLANMA

(Kendimizi ve çocuklarımızı düşünce zindanlarımıza hapsetmeyelim.)

İleriyi göremiyorsanız dönemece gelmişsiniz demektir.

Bu yazımızda düşünmeyi ve akletmeyi emreden bir inanç sisteminin çok az düşünen ve akleden inanları olarak düşünme, sorgulama ve aydınlanma üzerinde duran Cemil Meriç’i  ölüm yıl dönümünde anmayı ve bu düşüncelerini paylaşmayı bir görev olarak addettim.  Bu duyguyla yazıma başlarken acaba düşünme nedir ve biz bu düşünme ve sorgulama duygusundan hangi süreçlerde neden uzak kaldık diye de düşünmeden edemiyoruz.

Düşünme insanın doğuşu ile başlayan, sonraki süreçte doğrudan veya dolaylı olarak geliştirilebilen insana özgü bir özelliktir. İşte bu düşünebilme ayrıcalığından dolayı diğer canlılardan farklı olarak insan var oluşunun anlamını ve nedenini fark edebilmiş ve bu yolda edindiği bilgiler de ona kendi geleceğini belirleyebilme ve  sorgulama imkanı sağlamıştır.

Meriç, ülkemizin fikir ve düşünce işçisi, karanlıktan aydınlığa ışık tutan filozof... özellikle gençlerimiz tarafından çok az okunan ve çok az tanınan büyük âlim, ömrünü kitaplara ve ülkesinin düşünce hayatına vakfetmiş bir insan,tefekkürün ezdiği yol olmayı kendine onur addederek hedefine düşünen insanı yerleştiren ama düşünce ufku anlaşılamayan, irşadı üzerine vazife değil, görev değil, bir ruh gibi sahiplenerek kısır dimağların kapısını çalan üstaddır.

Meriç "Bu Ülkenin hikâyesidir." Bütün trajedisi, med-cezirleri, tezatları, anlaşılmazlıkları içerisinde kendisini Türk irfanına adamış bir fikir işçisidir ve O ebediyete giden yolun seyyahlarına ışık tutacak eserler bırakarak adını ebedileştirmiştir. Ayrıca Üstad için son iki yüz yıllık tarihimizin, beyni ile yaşayan bir fikir adamında billurlaşmasıdır da diyebiliriz. Bir başka açıdan da; tersten bir benzerlik söz konusudur. O gözlerini kaybedip hakikat yoluna düşerken; bizler, cemiyet olarak gözlerimizi kaybedip hakikat ve irfan yolundan ayrılmışız.
 

Gözünü genç yaşda kaybeden Meriç, beyni ile yaşamış, kelimenin tam manasıyla "Beyin Adam" olmuş; eğilmemiş, bükülmemiş ve ideolojilerin dar kalıplarına sokulmaya çalışılmış ve o kalıplar dar gelince dışlanmış muzdarip bir yalnızlık yaşamıştır."Bu Ülkenin" insanlarının ve bilhassa aydınlarının hikâyesinde bir semboldür. İki asrı kucaklayan bazen ihanet, bazen de gafletlerle dolu batılılaşma maceramızda yüzlerce düşünen beyin batıya yelken açmış; pek azı "eve dönmüş"tür. Meriç geri gelen adamdır. Geri gelmekle de kalmamış "Bütün Kur'ânları yaksak, bütün camileri yıksak. Avrupalının gözünde Osmanlıyız" diyerek, gözleri kamaşmış bir vaziyette "cebindeki güneş"in farkında olmayanlara haykırarak "beyhude çırpınıyorsunuz" ikazında bulunmuştur.

Meriç’in bu ikazlarına rağmen kendilerini aydın zannedenlerin bir çoğu bilgi üreteceğine başkalarını tüketerek var-olmaya çalışmışlardır. Halbuki başkalarının yanlışlarını göstererek insan kendi doğrusunu temellendiremez. Anadolu geleneğinde, bir bilginin başkalarının yanlışlarını göstermesi "cedel"; kendi doğrularını temellendirmesi ise "burhan" adını alır. Bu tespit, ülkemizdeki fikrî hayatın niçin cedelî olduğunun ve aynı zamanda niçin çoğalmadığının da en doğru bir ifadesi olup düşünce melekeleri  yok edilirken itaat zirve yapmış ve kişinin maneviyatını kör eden en tehlikeli tavır olarak da; yanlışlarının meşruiyetini, doğrularını kullanarak savunmaya çalışmışlardır.

ZEHİRLİ AĞAÇ SAĞLIKLI MEYVE VERMEZ

Bugünün Türkiye’sinde okuma ve anlama konusunda yaşadığımız sıkıntılar, Türkçe’yi doğru kullanma ve dil konusunda batı özentisinin zirvede olduğu düşünüldüğünde Meriç, kullandığı Türkçe ile ustalığını ortaya koymuş, o günden bugüne ışık tutmuştur. Türkçe'ye hâkimiyetinin yanında kelimelerin manalarını çatlatırcasına son noktasına kadar kullanan, onları sihirli birer ok gibi okuyucunun beynine yerleştirebilen bir duygu insanıydı.  O dil üzerinde siyaset yapılmasına ve yapısı ile oynanmasına hep katşı olmuştur.

Ona göre "kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla… Bunun için kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Argo, kanundan kaçanların dili; uydurma dil ise tarihten kaçanların…"demektedir. Ülkesine aşık bir aydın olan Meriç, Türk fikir hayatında müstesna kalemler safında ne kadar hak ettiği yeri bulamamış olsa da o kendi değerini tarih içinde bulacaktır.

Eserlerini ortaya koyarken de;"Yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak, şuurun, tarihin, ilmin sesini diyerek, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplanırken, İsrafil'in sûru kadar heybetli bir dil kullanmayı ifade ederken sanatla düşüncenin kaynaştırılması." gerektiğini söyler.Aydın insanlara yani kalem sahiplerine de bir çağrıda bulunarak,"kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcı olmamak, halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak, bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir, kalemle yapılan fetihler tarihe mâl olur, tarihe yani ebediyete." der.

JURNAL kitabında ise; Ne garip bir oyuncak şu insan! Yürür, konuşur ve acı çeker. Varolmak için yok olmak lazım, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk, bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak? Ne olacağını bilen var mı? Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar.. demektedir.

Sonuç olarak; okumaya düşünmeye, akletmeye, ahlaksızlığa, ilimsizliğe ve ilkesizliğe çözüm üretmedikçe; eleştirel düşünmedikçe, din ve dünya algılarımızı gözden geçirmedikçe; geleneği kutsamaktan vazgeçmedikçe gelecekte var olmamız mümkün olmayacaktır. Bu ise ancak eğitim ile mümkün olacaktır.

Eğitim sistemimizde ise çocuklarımıza kendi inançlarımızı, ideolojimizi ve yaşam biçimimizi dayatırsak, özgürlüklerini elinden alıp onları kendi zindanlarına hapsederiz.
Bunu yapmak yerine düşündüğümüzü yaşayan, söylediğimizi yapan yani iç dünyamızdaki biz olur ve  çocuklarımızı güzel öğütlerle desteklersek zaten özgür iradeleriyle bizim gibi olurlar


Yaşadığı hayat felsefesine ve durduğu yere güvenen kişiler çocukları serbest bırakırken, güvenmeyenler ise onu kendi zindanlarına hapsederler ve bu anlayışla da yeni bir medeniyet inşa edilemez. MEDENİYET ise;  akıl, ilim ve irfan boyutuna yönelik tarihimizden süzülen gerçekler ve yansımalar ışığında yeni bir paradigmayla, sağlıklı bir iktisadi yapı ve inanca eşlik eden güçlü bir ahlak nizamı ile inşa edilebilir.

Ekrem TOKLUCU

Eğitimci