Bilgeliği Öldüren Cehalet

Abone Ol

Bilgelik ve cehalet!
Birbirine zıt iki kavram. Bu kavramlardan birini anlatırken ötekine ihtiyaç duyarız. Asıl anlatılmak isteneni anlatmak için ötekinin gücünden, etkisinden yararlanırız; anlamı, anlaşılmayı güçlü kılmak için. 
Köklerine inildiği zaman bu iki kavramla ilgili zihnimizde Antik Yunan dönemi ile İslam öncesi Arap kültürünün somutlaştığını görürüz. 
Bir başka ifadeyle bilginin, düşüncenin, bilgelerin, filozofların dönemini belgeleyen Antik Yunan, diğeri ise İslam kaynaklarında somutlaştırılan İslam öncesi Arap kültürü. 
 Ve sonrasında iki dünya arasında süreli bir şekilde ardı sıra el değiştiren iki kavram! 
Birinde bilgelik zirvedeyken, ötekinde cehalet. Birinde cehalet zirvedeyken ötekinde bilgelik…
Ve sonrasında iki karşı dünyada da gücünü inancın aldığı iddiasıyla üzerinden silindir gibi geçtikleri bilim, düşünce, sanat ve bunlarla meşgul olanlar. 
Batı’nın skolastik düşünceyi sosyal hayatın merkezinin dışına itmesinin üzerinden hayli zaman geçti. Doğu’da ise selefi anlayış her geçen gün giderek güçlendi, iktidar oldu ve sonrasında otoriterleşti. 
Bugün Doğu(Müslümanlar) ve Batı(Hristiyan) dünyasını mukayese ederken iki dünyanın bireyi ve toplumu üzerinden meseleleri tahlil etmek zorundayız. 
Farklı kültürlere sahip olsalar da insanlığın ortak değerleri noktasında temel meselelerin birbirine benzer anlayışlarla çözümlenmesi gerektiği muhakkaktır. 
Adalet, hukuk, güvenlik, eğitim, sağlık, liyakat esaslı bürokrasi, ekonomi, devlet yönetimi gibi insanı ve toplumu temel alan normların tamamının ortak değerler bütünü içinde iç içe incelenmesi gerekir. 
Batı, bu normları merkeze alırken, Doğu; yani Müslüman dünyanın tamamı bu normları göz ardı etmeye devam ediyor.
Ülke yönetimlerinde zamanın değerleriyle uyumlu olmayan ve radikal uygulamalar içeren ve temeli asırlar öncesinin sosyal yaşantılarına dayanan anlayışları uygulamaya çalışan yönetimlerin varlığı bu tezimizi daha da güçlendiriyor. 
Kaynağını teokratik radikal fikirlerden alan, bilime, sanata, düşünceye düşman Taliban, El Kaide, El Nusra, Boko Haram gibi silahlı terör örgütlerinin varlığı meselenin özümsenmesini belirgin bir şekilde somutlaştırıyor.
Bugün Afganistan’da Taliban’ın kadınlar başta olmak üzere toplumsal ve bireysel hayata dair temel hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamaları ve bu kısıtlamaları İslam’ın bir emriymiş gibi dünya kamuoyuna sunması Müslüman toplumların Batı dünyası karşısındaki pozisyonunu göstermek için önemli bir örnektir.
Bu durumun sadece Talibanlı Afganistan ile sınırlı olmadığını bilmek gerekiyor. 
Suudi Arabistan, Yemen başta olmak üzere Arap coğrafyasındaki ülkelerin toplumsal hayata dair problemli uygulamaları çok iyi biliniyor. 
Kadınların eğitim, çalışma hakkından mahrum bırakılması, (Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmalarına 2017 yılında izin verildi), tek tip kılık kıyafet dayatması gibi yasaklar ve uygulamalar...
Ortadoğu halklarının geçmişten günümüze kadar içinde bulundukları toplumsal durumun acınacak hali fazlasıyla dersler çıkarılması açısından tam bir sosyolojik laboratuvar alanıdır.
Bugün yoksulluğun, yolsuzluğun, eşitsizliğin, adaletsizliğin, kıyımın, katliamların, zulmün, zorbalığın cehaletin coğrafyası konumuna düşmüştür/düşürülmüştür Ortadoğu.
Duygusal bir ruh haliyle meseleyi özümseyenlerin bu satırları okuduklarında o bilindik tepkilerini, hamaset kokan o sloganlardan mütevellit gürültülerini gözümün önünde canlandırabiliyorum..!
Bilimsel ve sosyolojik gerçeklerin uzağında kalmış yığınların tepkisi hoşgörü ile karşılanabilir ama toplumun ve ülkenin geleceği adına bu bağnazlığın affedilebilir bir tarafı olduğu düşünebilir mi?
Büyük Atatürk’ün devrimleri olmasaydı Türkiye’de yaşanmış ve yaşanacak olan bireysel ve toplumsal gerçekleri bu satırları okuduğunuzda hayal edebildiğinizi umuyorum.
Yüz yıllık cumhuriyet ve demokrasi tecrübemize rağmen ülkemizde her ne kadar kamusal düzende Ortadoğu ülkelerine benzer uygulamalar yok gibi görünse de sosyal hayatımızda bunun farklı yansımalarının olduğunu görebiliriz. 
Lanet okuyarak, beddua ederek İsrail başta olmak üzere bütün Batılı güçleri yok edeceğimize, dua ile depremin ülkemizden def edileceğine, şeyhin, hocanın yazdığı muska ile hastalıklardan kurtulacağına, bağlı olduğu cemaat, tarikat şeyhinin ahiret günü kendisine şefaatçi olacağına ve onun yüzü suyu hürmetine cehennemden kurtulacağına inanan hatırı sayılır bir kitlenin varlığı bu ülkenin gerçek münevverlerini Türkiye ve Türk toplumunun geleceği adına kaygılandırıyor.
Bugün Batı teknolojisinin inovasyonu ve montajıyla kıpırdama safhasına geçtiğini düşündüğümüz savunma sanayindeki gelişmeler bilimin, düşüncenin ürünü değil midir? 
Dua elbette olmalı ancak manevi hayatımızda hamd ve şükür ederken tabi ki.
Meselenin daha da özümsenmesi ve anlaşılması açısında şunları da yazmadan geçemeyeceğim:
Biliyoruz ki bu ülkede her meslek grubundan, her cinsiyetten, her düşünceden insanımızın “Lozan Barış Anlaşmasındaki gizli maddeler yüzünden ülkemizde petrol çıkaramıyoruz ve yüzüncü yılda Lozan Barış Anlaşmasının geçerliliğini yitirecek ve sonrasında petrolü çıkararak ülkemizin ekonomisini ayağa kaldıracağız” safsatasına inandığını ve bu şekilde hatırı sayılır bir kitlenin varlığını nasıl inkâr edebiliriz ki? 
Ve dahası “dost, arkadaş meclislerinde içimizi, yüreğimizi, vicdanımızı ve ruhumuzu derinden sarsan toplumsal meseleleri yalakalık ve yardakçılık cübbesini, kavuğunu atıp vicdanımızın sesini dinleyerek” hangimiz dile getirebiliyoruz!!?
Ve dahası, her evde her aileye seçenek bırakmaksızın izlettirilen tv kanallarında kimilerinde tarihi yerli dizilerle, kimilerinde evlilik programları ile kimilerinde aile dramları ile kimilerinde ise gazeteci ve akademisyenlerle toplumun gerçeklerle yüzleşmekten nasıl uzak tutulmaya çalışıldığını!
Ve dahası “kamu imkanlarını kullanıp zenginleşenleri, akraba, arkadaş, eş ve dostunu önemli görevlere getiren siyasetçileri, bürokratları; kamudan üç-beş maaş alanları ve verenleri, mülakat denen ucube sistemi, onlarca bin insanımıza mezar olan kaçak, çürük, kontrolsüz, denetimsiz yapılara müsaade edenleri vaaz kürsüsünden dile getiren bir vaizin, müptelası olduğumuz tv kanallarında her akşam gözümüzün içine bakarak konuşan tarafsız bir gazetecinin, akademisyenin ya da siyasetçinin (bazılarını tenzih ederim) yokluğu düşünme ve akletme kapasitesi olanları rahatsız etmiyor mu?
Ve dahası “ istiklalini ve istikbalini borçlu olduğu Büyük Atatürk ve Cumhuriyet’le kavgalı ve bu da yetmezmiş gibi monarşiye, hilafete özlem duyan bir dindar bilinçle aynı evde, aynı apartmanda, aynı iş yerinde her günümüzü geçirdiğimizi hiç düşündünüz mü?
Rivayete göre Arşimed kumda yaptığı matematik hesaplamalarının üzerine basan bir askeri uyardığı için aynı askerin kargısyla karnı deşilerek öldürülmüştü.
Modern fiziğin babası kabul edilen ve kilisede eğitim alan  Galileo Galilei, kilisenin öğretilerinin yanlışlığına karşı savunduğu bilimsel ve mantıksal fikirlerden dolayı kâfirlikle suçlanmıştı. (Onu cezalandıran zihniyet bugün onun bilimsel katkılarıyla ortaya çıkan teknolojinin sağladığı konforlu hayatın tadını çıkarıyor)
Kendisi de bir papaz olan Giordano Bruno yine Ortaçağ’da Nikolas Kopernik’in bilimsel düşüncelerini benimsediği için kilise tarafından diri diri yakılmıştı.
Martin Luther, kilisenin dogma fikirlerle halkı sömürmesine karşı geldiği için aforoz yani Katolik kilisesinden çıkarılmıştı.
Madımak Olayı,  Uğur Mumcu, Necip Haplemitoğlu cinayetleri, akılcı düşünceyi öne alan bazı ilahiyatçıların itibarsızlaştırılması ve ötekileştirilmesi, yayınlanan eserlerinin toplatılması, tv programlarının yasaklanması, düzenden yana tavır almayanların alanlarının sınırlandırılması gibi daha birçok vakanın toplumdaki bağnazlığın geldiği boyutları izah etmiyor mu?
Ya da bugün ki inanç anlayışımızın o günkü kilise anlayışından bir farkı var mıdır?
Müslüman dünyasının altın çağında bilimin, düşüncenin taşıyıcı kolonları (8-12. yüzyıllar) Farabi ve İbni Sina, bir cemaat şeyhine göre aklı merkeze aldıkları için kâfir sayılmaları gerekliymiş.
Aynı cemaat şeyhi depremin verdiği can ve mal kayıplarının sebeplerini, beşeri ihmalleri, sorumluları cemaatine karşı sorgulamak yerine “dua ederek depremi ülkemizden def etmeye davet ediyor” cemaatini.
Bilim, sanat, düşünce adamlarının değer bulmadığı bir ülkeyi, bir toplumu kim hayal edebilir ki!
İhmallerimizden ve sorumsuzluğumuzdan kaynaklanan onlarca sebeplerin sonuçlarını doğaya, Tanrı’ya bağlama kolaycılığı ve kurnazlığı ne yazık ki yine Ortadoğu halklarının sosyolojik bir düşünüş biçimidir.
Şeyhinin içtiği suyu şifa olarak gören, giydiği iç çamaşırı, sümkürdüğü mendili, dokunduğu her şeyi kutsal zanneden kafa, suçludur!
Bugün cehaletin, kuru ve kaba gürültü eşliğinde “ya istikbal ya ölüm, ya iktidar ya ölüm” sloganları eşliğinde toplumun ve devletin bütün değerlerinin -emre itaat etmekten başka kaygısı olmayan bir askerin Arşimed’in karnını kargıyla deşmesi gibi- deşilmesine sessiz kalmayı tercih eden kafa daha çok suçludur!
Büyük deprem felaketinin yaşattığı acılar, trajediler, dramlar hepimizin yüreğini kanattı. İhmallerin, sorumsuzlukların günahını kadere yükleme kolaycılığına kaçmak hala akıl ve bilimle aramızda ne kadar mesafe olduğunu anlatmaya kâfidir diye düşünüyorum.
Ezcümle; Müslümanların bilime, düşünceye, sanata, kısacası akla karşı kavgası, direnci ne yazık ki hala kesintisiz bir şekilde devam ediyor.

Faruk YILDIZ